Nuri Bilge Ceylan sinemasında karşımıza çıkan en belirgin olgulardan biri, yerelliğidir. Bu, onun için, bir çıkış noktasıdır.
Bir yerin, bir coğrafyanın anlatıcısı olarak karşımızda durur.
Hikâyesi anlatılan kahramanların sorunları o coğrafyanın da sorunlarıdır.
Anlatılan hayatlar kabul ve ret arasında duran, bazen Araf’ta, bazen de kendi cehennemlerinde yaşayanların hayatlarıdır.
Ceylan’ın filmlerine konu seçerken bildiği, anlatabileceği hayatlara dönüktür bakışı.
Her hikâyenin odağında kendisi vardır. İnsana, hayata, doğaya nasıl baktığı; ülkenin meselelerini nasıl gördüğü bütünüyle filmlerinin belirleyici öğesidir.
O, yaşamda, kavranabilir olanın ötesindekini anlatır bize. Bu yüzden sorgulayıcıdır, ikiliklere başvurur sürekli.. Çizdiği karakterlerin sözü/anlamı taşıyıcı olmaları ise; Ceylan sinemasında iz bırakan bir tarzdır.
Hayatın içinde olma, kıyısında durma hali Ceylan’ın hikâyesini anlattığı insanların en temel sorusu/sorgusudur. Öyle ki; bunu da hem ana, hem de yan karakterlerle dile getirir.
Kuru Otlar Üstüne bu anlamda yoğun göndermeleri içeren bir film. Katmansal yapısındaki anlatımı, duyarlığı, göndermeleri, çatışma /dönüşme durumlarına dönük söylemi filmi etkileyici kılıyor.
Tematik Zenginlik
Yaşadıklarından mutsuz/umutsuz olma hali ile; durup eyleştikleri yerde kıyıdan bakarak her şeyi eleştiren ama hiçbir şey yap(a)mayanların durumu filmin ana izleklerini de ortaya çıkarır:
- Sıkıntı,
- Bekleyiş,
- Umutsuzluk,
- Öfke,
- Sıkışıp kalmışlık,
- Kayıp,
- Kurban,
- Boşluk,
- Sızı,
- Kabullenilmiş çaresizlik…
Ceylan, tüm bunları biraraya getirirken eleştirelliği elden bırakmaz.
Hikâyesini bir yere/sonuca bağlama yerine, ucu açık bırakır… Hayat devam ediyordur, bu sorular/sorunlar insan hayatında hep olacaktır.
Geçiştirilenler, tüketilenler, değersizleştirilenler yaşanan biçareliği örtemez.
Ceylan’ın köye/kasabaya/öğretmen (ler)e dönmesi, taşradan kopmaması; doğayı övgülemesi, mevsimlere dönük bakışı, hüzün ve ironinin buluştuğu yerdeki çatışma durumları onun vazgeçilmezlikleridir.
Hayatın içinde olma fikri yarattığı kahramanların en temel gerçekliğidir. Onların yaşama ânlarıyla karşılaşma durumlarını filmine konu edinirken; bir/çok “mesele” yi de filmin iletisi olarak karşımıza çıkarır.
Ceylan filmlerinin gerçeklik dokusunu belirleyen, yaşanmışlık duygusudur. Ama olanı/yaşananı yeniden tasarlarken; artık karakterin neyi/nasıl yaşadığına değil, kendisinin ona biçtiği roldeki gerçekliğe uygun olmasına özen gösterir. Bir bakıma sınırlar, nerede oyuncusunu “doğaçlama” ya bıraktığını da pek kestiremezsiniz.
Zira, burada, Samet’in Nuray’la uzun diyaloga başladığı, ardından yakınlaştığı sahnede oyuncunun ani refleksle, sıkıntısını hissettirerek olduğu yeri/sahneyi/odayı terk edip; kurulmuş olan platonun arka planına çıkması bir şaşırtmaca, yabancılaşmanın ifadesi gibi gelse de; yönetmenin her sahnedeki kontrolü bunu “gerekli” görür. Ama diğer yanıyla da Ceylan’ın sinemadaki gerçekçilik anlayışına ters bir durumdur. Nuri Bilge Ceylan, deneysel çalışmaya yatkın bir yönetmen demeyeceğim, çünkü o bunu, ilk çalışmalarıyla, aşmış biridir. Bu aşamada ondan beklenen derinlik/yoğunluk, ustalık isteyen bakışını yansıtmasıdır sinemasına.
Filmde, rüya/kabus sahneleri beklerken (hem Samet, hem Nuray üzerinden), öylesi tek planda bir “es verme”si absürd geldi demeliyim. Ki; asıl burada derinlik beklerken, ve onun sinemasına çok da denk gelebilecek bir yolken, bunu öteler nedense!
Okul, eğitim, bürokrasi çarkına gelince; izleyiciyi durduran bir durum çıkıyordu karşımıza.
Samet’in yalnızlığı, aykırılığı, sığınışları, öfkesi, bekleyişi…
Hikâyeye eklemlenen veteriner Vahit’in öfkesi yerinde bir öfke gibi algılansa da; “veteriner”, yöre ve durum gerçekliğine ters geldi bana göre. Sağlık memuru, sağlık ocağı üzerinden toplumun sağlıkla ilgili meselesine gönderme yapması daha gerçekçi olabilirdi.
Veterinerle diyalog, iç dökme, öfkelenme, aydının durumu, halka dönük eleştiri…Feyyaz’ın üzerinden yansıtılan dönemsel gerçeklik… Hikâyenin zayıf kalan, eklektik duran yanı bence. Yan hikâyelerde Ceylan anlatısını çıkmaza sokuyor, öyle ki; bir şey söylemek/eleştirmek adına, zorlama bir alan açıyor orada. Geride duranı öne çıkarmasa da; sırası, sahnesi, planı geldiğinde böylesi bir duruma çok anlam yüklüyor. Bu da hikâyenin gücünü azaltıyor.
Burada şunu açmalıyım kısaca; Nuri Bilge Ceylan, Kuru Otlar Üstüne ile biraz da şunu hatırlatır bize: Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1932’de yazdığı Yaban’dan bugüne ne kadar yol almışız acaba sorusunu yeniden sordurarak üstelik. 1900’lerin başındaki Türkiye ile bugünün Türkiyesi, dahası Doğu’su, insanı, aydını ne durumda…
***
İçte ve dışta olanı anlatma… Ötede ise kuruyan, solan, solgunlaşan hayatların nereye/ne yöne aktığını gösterme…
Sevim, filmin/hikâyenin masumiyet simgesi olarak karşımıza çıkıyor. Karşılığı olmayan, imkânsız bir sevginin karşısında Samet’in hoyratlığı onu incitir. Ama masumiyetinden ödün vermez, Sevim. Duygusuna göre davranır, incinmişliğini de derinden hissettirir. Samet o kadar kendiyle ilgilidir ki, göremez bunu da. Bencildir, kayıtsız, hiçliğinde debelenen biridir.
“İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir,” sözünü hatırlayan/hatırlatan kahramanın dile getirdiği ise Ceylan’ın filmde söylemek istediği bir gerçekliktir, bence!
Ceylan’ın taşraya dönük yüzünde gördüğümüz, orada insanı “en iyi” anlatabileceği duygusunu yakalamasıdır. Kentin parçalanmış dünyası, altüst oluşlar, doğadan uzaklık, oradaki sıkıntı/yabancılaşma çok da uzak değil onun sinemasına. Ama taşrada görmek, anlatmak istediği çok şey var. Kuru Otlar Üstüne bir bakıma o “çok şeyi” biraraya getiriyor.
Sevmek, taşrada kadın olmak, kendini bilmek/görmek, sıkıntılarını aşmak, umutlanma, sıkışıp kalmak… Ve gitmek duygusu… Onun sinik gibi duran protest bakışına tüm bunlar bir bir yansır.
Ceylan sinemasında anlaşılırlık bir kaygı değil, temel bir biçimdir. O nedenle parçalanan bir dünyanın dilini kurup anlatırken; parçadan bütüne gitmesi doğaldır. İlkten hep “tek”e, “tekil” olana bakar. Adım adım yaklaşarak göstermek istediklerinin ayrıntılarına yönelir.
“Kuru ot üstüne” derken, ikili anlamdan söz edebiliriz filmde:
- Kuru ot gibi hayatlar…
- Kıyıda kuruyan hayatların sığlığı…
Mevsimlerin değişip dönüştürdüğü her şey kuruyan otu andırır! İnsan da bundan nasibini alır, coğrafyanın belirleyiciliğine bir gönderme de diyebiliriz.
Samet’in kaygıları, Nuray’ın korkusu, Kenan’ın endişesi, Sevim’in tutkusu hikâyenin odağındadır. Oradan açılan bir dünyaya bakarız.
Kuşkusuz Ceylan, tek bir filmle “insanın tüm marazları”nı anlatmaz bize. Ama çoğunu hissettirir, gösterdikleri ile de sorgulara salar.
Samet’e ve Kenan’a yöneltilen suçlamanın ne olduğunun örtüklüğü Sevim’de özneleşirken; “mesele”nin iki genç adamın “maraz”ı olarak öne çıkması yerine; toplumun bakışı/anlayışındaki sekterlik vurgulanır. Dahası, “eğitimci” dediğimiz insanların yaban/ot hali gösterilir.
Bir anlatıcı olarak yerelden evrensele giden zorlu yolda yeni bir bakış/tutum getirmesi açısından Nuri Bilge Ceylan sinemasında önemli bir adımdır Kuru Otlar Üstüne.
Eminim ki tüm bunlardan hareketle film üzerine daha çok konuşacağız sevgili okurum.
(*) Meraklısına Not:
Kuru Otlar Üstüne 1: Anlatılan, Anlatılamayan, Cumhuriyet Gazetesi, 03 Ekim 2023
Kuru Otlar Üstüne 2: “Mesele” Taşrayı Anlatmak Değil, Cumhuriyet Gazetesi, 10 Ekim 2023
Kuru Otlar Üstüne 3: İnsana Doğru Yürümek, Edebiyat Haber, 05 Ekim 2023
edebiyathaber.net (10 Ekim 2023)