“…bereketin ve kara yazgının birlikte
barındığı bu cenneti yağmalarken,
saltanatın barınağını yerle bir
ettiklerine inanıyorlardı.”
Gabriel García Mârquez / Başkan Babamızın Sonbaharı
Geçgin bahar kuşudur ebabil.
Sen unut tufeyli gönüllünün sesini.
Avuntudur , baharları karşılar nasılsa. Çığlık çığlığa olsan ne fayda, göz gözü görmüyor el ele ulaşmıyor madem!
Bırak, ufalansın aramızdaki zaman.
Kimdir sesini sessiz kılan, o yana dön. Unut çağcıl acıyı, zaman teraneleri isyan bilincinden yoksun. De ki; inancını yitiren gül solgun madem, dönüştür sözü, dönüştür bakışı; gitmeyi seçen herkes kendi sesinde yalnız… Hadi, öyleyse yeğin tut içindeki alev sönmesin. Yaban duran bakışların nağmesi toz duman, gelen sarsıntının nidası ise zihin ve duygu kamaşmasının ülfeti.
Bir kitaptan gözüne ilişiyor şu sözler, insanın sılasından söz ediyordu yazar az ötede:
“Yaşamımın en iyi zamanlarında hep içimde yer açtığıma, gittikçe çok yer açtığıma inanırım, bir yerde kar kürelerim, bir başka yerde gökyüzünün çökmüş bir bölümünü yine havaya kaldırırım, gereksiz göller vardır, onların sularını akıtırım -bu arada balıkları kurtarırım-, büyüyen ormanlar vardır, onların içine yeni yeni maymun sürüleri salarım, her şey hareket halindedir, ancak yer hep az gelir, hiçbir zaman: Ne için? Diye sormam. Ne için, diye bir duygu da geçmez içimden; yalnızca bu işi hep yeniden, sürekli yapmak zorunluluğunu duyarım ve bunu yapabildiğim sürece de yaşamımı hak etmiş olurum.” (*)
Hak edilmeyen bir bakışın, dokunuşun, sözün yolcusu olmak niye?
Göze alamadığın bir hayat senin değildir. Gidip paylaşamadığın sesin hissesi yoktur gününde gecende.
Yılkıda duygu tufeylisi olmak niye, yaşanan zamanın sana en çok da sorgulattığı bu!
Her birine bir dil yaratıyorsun madem; bırak okuduğun dilde, sevdiğin dilde konuşmayı. Ötelenen dilleri seç; bir bir çıkar, ürkme; nasılsa kimse kimsenin dilinden anlamıyor, yaban dili unut, unutuluşun dilini kur yeniden, acının sevginin dilinden kime ne.
De ki, hatırladın, hatırlattın şunları:
“Nice beldelerde yaşayanlar Bizi anlamayıp kendilerine yazık ettiler. Onlar cehaletin karanlığında kalıp, Bizi anlamamakla çevrelerine zarar verdiler, ya da onlar aydınlanma yolunda gaflete düştüler.” (**)
Geçir bakışlarını o sessizlik zamanından şimdi.
Kendini firavin sanan o tufeyliye kanan bakışları unut. Nasılsa kendi alevinde yanıyor her gün.
Bırak, Araf’ta olduğunu sansın hep. Cennetsizdir cehennemin zebanileri. Düşmeye gör, gitmeye gör; Babil’in asma bahçeleri, söz teraneleri aklını çeliyor madem… Bırak yansın kendi alevinde.
Gecesiz gündüzün, rüzgârsız gökyüzünün, sevgisiz bakışın olamayacağını anlasın böyle. Kendi kandiline çıra olmak neymiş görsün; sesinde, yalnız olmanın alevinde yansın.
Bırak şu sözleri yeniden bilmeye, hecelemeye yüzü yok madem; sen fısılda gökyüzüne, belki anlayan çıkar:
“Şunu söyleyelim ki: hayır, nasıl arzu ve iradeyle elde edilirsen, kötülük de arz ve iradeyle elde edilir. Dolayısıyla bir şehrin sınırları içindeki yardımlaşmanın, kötü amaçlara doğru yönelmesi de mümkündür. Fakat sakinlerinin -ancak saadete erişmek maksadıyla- yardımlaştıkları bir şehir, fâzıl bir şehir olur. Zaten saadete erişmek maksadıyla kurulan her topluluk da fâzıl bir topluluk sayılır…
…
Fâzıl şehir tam sıhhatle bir vücuda benzer. Bütün uzuvları onu hayat devresinin sonuna kadar muhafaza etmek hususunda yardımlaşırlar.
…
Fâzıl şehrin reisi de gelişigüzel herhangi bir adam olamaz…” (***)
Sesinde yalnız olan ne, gecenin sabaha erdiği saatin sızısını hisseden kim sor bir kez daha kendine. Rüzgârdan fırtına biçenlerin aklına şaşma. Ürk celâlilerin bakışından. Ama yürü bildiğin yolda, unutma şu sözleri de:
“Hikâyeler göç eder; anlamlar göç eder; her şey dönüşür, başkalaşır.” (Rebecca Solnit)
(*) Elias Canetti, İnsanın Taşrası: 1942-1972; Çev.: Ahmet Cemal, 2015, Sel Yay., 394 s.
(**) İsmail Dinçer, Tevhîd-i Kur’ân Meâli; 2016, 631 s.
(***) Farabi, El-Medinetü’l Fâzıla; Çev.: Nafiz Danışman, 1990, MEB. Yay., 124 s.
edebiyathaber.net (28 Şubat 2023)