Hayata, yaşanılanların özüne dair bir kitabı açıyorsunuz okumak için. İnsanın kendisini araştırmasının gün gün yazılan öyküsü…
“İnsanın gerçekten sevdiği ve sevmediği şeyleri keşfetmesi”nin öyküsü…
“Bilmekle yaşamak arasındaki” uçurumu özetleyen değil, tam tersi anlayarak anlatan…
Ve geldiğinizi kıyıda yaşadığınız “huzursuz şüphe”…
İnsanı insan yapan tüm vasıfları bir yana bırakarak o “şüphe”nin tutsağı olmak…
Acıdan öte, sanrılı bir durum.
Mairon Milen’ın kitabından, “Kendine Ait Bir Hayat”tan söz ediyorum. Günlerdir yol alıyorum onunla. Bir yol arkadaşı adeta. Sesini dinliyorum her satırında. Kendi yazdığım metin/lerle (*) bunun arasında bağlantılar kuruyorum.
Yazarken o anlatıları algımı öğrenmeye çalışırken, duygularımın dalga boylarında gezinip görme/anlama biçimlerimin argümanlarını da ortaya çıkarmaya çalışıyordum.
Onun şu cümlesinde duraladığımı hatırlıyorum bu okuma yolculuğumda:
“Dar odağın aklın yolu olduğunu keşfettim.”
Ben, bunu, şöyle de okuyordum: sanrıları, travmaları taşıyan birinin “daralan aklının yolu” çıkmaz sokaklara girer, yanıbaşındaki her bir şeyi kırıp dökmesinin ötesinde o savruntularla “bilinçdışı zihin” yıkıntıları yaşar/yaşatır.
Öyleyse, yazmak gerekiyordu. Salt sağalmak için değil, sağlatmak için de bu gerekliydi.
Miller, kendini bunları yazmaya taşırken “kendi olma” bakışını hep öne almıştı.
Şimdi, kendi yolculuğundasın sen de. Başlıyorsun mühürlediğin zamanın ırmağındaki sözlerle anlatmaya. “Kim duyar sesimi” demeden, karanlıkların aydınlık bir yanının da olduğunu bilerek yol alıyorsun.
Yaşadığınız çağ acıdan beslenen bir çağ. Kötüden, kötülükten, hoyratlıktan, vasatlıktan iklimler yaratan bu çağda arınarak yaşamak için nefesine topluyorsun. Yalanların ötesine taşıyorsun kendini. Karanlık şüphelerin, hezeyanlı bakışların… Dilsizleşen yalan duyguların hoyratlıklarının ötesine geçip sesinde ses olmaya çılışıyorsun.
Rilke bu yolculukta yol arkadaşlarından biri oluyor:
“Şimdi ıssız kalan yurdumu düşündükçe, öyle sanıyorum ki, eskiden böyle değildi bu. Eskiden insan biliyordu (yahut belki de seziyordu) ki, meyvanın çekirdeğini taşıması gibi, ölümü kendi içinde taşımamaktadır. Çocukların içinde küçük, yetişkinlerin içinde büyük bir ölüm vardı. Kadınlar ölümü kucaklarında, erkeklerse göğüslerinde taşırlardı. O vardı işte, ve ölüm, onların her birine garip bir ağır başlılık, sakin bir gurur verirdi.”
Oysa sen, görme yolculuğundaydın. Bir sarkacın gelgiti gibiydi hayat orada.
Şairin soruları soruların oluyordu bazen.
Çıkıp Tlos kentine geliyorsun o sorularla. Akdağlar’ın karlı yamaçlarından geçiyorsun. Vardığın antik kent zirvesinde karşılıyor seni.
Bu kente dair bir öykü okuyorsun:
“Quintus Smyrnaeus’un ‘Posthomerica’ aktarımlarında Tlos’lu bir asker olan ‘Skylakeus’ Troya Savaşlarına katılmış ve yine kendisi gibi Likyalı olan Glaukos’a yoldaşlık etmiştir. Cesur ve yürekli bir mızrak savaşçısı olarak tanımlanan Skylakeus, Akhaların İlion’u işgal etmesi sonrasında silah arkadaşları olmaksızın tek başına Likya’ya döner Tlos’un girişinde onu karşılamaya gelen kadın ve çocuklardan oluşan gruba tüm hemşerilerinin savaşta nasıl öldüğünü etraflıca anlatır. Nitekim onlar da yurduna dönmeden tek başına dönen Skylakeus’un etrafını çevirip yere düşene dek taşlarlar…”(**)
Yola birlikte çıktığınız birinin sizi yarı yolda bırakmasını nasıl karşılarsınız?
Tlos, bambaşka öykülerle de karşılıyor seni. İnsanlığın yüzyıllardır değişmeyen duyuşunu/duruşunu görüp hissediyorsun orada. Nasıl yaşadıklarına, nasıl gördüklerine, neyi/nasıl hissettiklerine bakıyorsun. Acıda, sevinçte, savaşta nerede durduklarına bir de. Agora, Akropol, hamamlar, stadyum, Tlos tiyatrosu, tapınaklar, kaya mezarları…
Likçe bir yazıtın önünde duruyorsun. Bir mezar anıtı, ihtimal ölen kişi üzerine yazılmış bir metin var karşında. “Yitene Ağıt” diye geçiriyorsun içinden.
Dönüp Rilke’nin ağıtlarından belleğinde kalan dizeleri fısıldıyorsun taşlara:
“Ne zamandır kışın gelmesi şu hayat ağaçlarına?
Bilemiyoruz. Göçmen kuşların aksine, yoktur
haber verenimiz. Hep gecikerek bu yüzden,
acele yapışırız rüzgârların eteklerine, bizi
hiç umursamayan bir dereye saçılmak için.
Ama biliriz, çiçeklenmenin de, solmanın da ne olduğunu.” (***)
Güvensiz ve sözsüz bakışın izlerini sürmekten vaz geçiyorsun Tlos kentinde. Zaman taşları da örseleyemediğine göre, duygu ve sözlerin örselenmesine izin vermiyorsun içinde.
Tanrı Kronos tapınağının merdivenlerini adımlarken, ona yakıştırılan öyküleri düşünüyorsun. Yaratılan “Kroneia” kültünün hangi acıdan/sevinçten kaynaklandığını, hangi umut için ateş yakıldığını düşlüyorsun bir de.
“Yitik” kılınanı anmak mıydı bu, yoksa acıyla baş edebilmek için bağlanılan bir ritüel miydi?
Kaçgunluk göçebenin tarzıdır. Bırakıp göçmeyi yaşama düsturu bilir.
Tlos’ta kalanlarla gidenlerin öyküsünü düşündün.
Artık biliyordun ki; “iz bırakan, yara da bırakır!”
(*) Bir Bakışı Solduran Zaman; Şu günlerde kitap olarak yayımlanacak.
Kendimle Söyleşimler; Kendime sorduğum soruların ortaya çıkardığı bir
“diyaloglar” kitabı yazılıyor.
Sen Gittikten Sonra; Yazıladuran bir anı-özyaşantı kitabı.
(**) Tlos: Akdağlar’ın Yamacında Bir Likya Kenti, Taner Korkut; 2015, E
Yay., 215 s.
(***) Bütün Şiirlerinden Seçmeler, Rainer Maria Rilke, Çev.: Ahmet Cemal,
2022, T.İş Bankası Kültür Yay., 108 s.
edebiyathaber.net (26 Mart 2024)