“Aşk bir imkân değildir, bizim insiyatifimize bağlı değildir, bir temeli yoktur, bize aniden gelir ve bizi incitir.” Emmanuel Levinas
“Mükemmel Günler”
Zamana tutulu yaşamak mıydı, yoksa her şeyi unutarak kendini bir şeye adayarak günü/ânı kendince başka günlere taşımak mıydı Hirayama’nın öyküsüne yansıyan…
İlkten sıradan, sığ, hatta yavan gibi görünen bir hayatın sırrını ele veren imgeler bir bir belirince hayatın azdaki çokluğunu, yalınlığın/duruluğun/sadeliğin nasıl bir saydam yaşam oluşturabileceğini gözlüyordunuz Wim Wenders’in “Mutlu Günler” filmindeki kahramanının öyküsünde.
Adeta bir “belgesel” tanıklık gibi geldi bir insanın öyküsüne bakışı yönetmenin. Bence, bundan da öte… İnsana gitme öyküsü… Yalnızlıktaki çoğulluğunun nasıl olabileceğini bize göstermesi bile başlı başına bu öyküyü değerli kılıyor.
Hirayama’nın görülen/gösterilemeyen yanındaki kanayanın ne olduğunu belki yaptığı iş’te, doğayla iletişiminde, okuduğu kitaplarda, dinlediği müzikte buluruz.
Modern toplumda insanın yalnızlığı değildir salt anlatılan, evet; bundan da ötesi… İnsanın önce kendisiyle nasıl iletişim kurabildiği, yaptığı iş/uğraşla nasıl yol alabildiği (hatta buna kendini nasıl adayabileceği)ni de anlatır, Wenders.
Bu aslında bir aşkınlık halidir. Evet, aşktan da ötedir. Sevgisiz ortamda sevginin nelerle filizlenebileceğinin öyküsünü bize “iyi sanat” her daim anlatır.
Hele yaşamda incinen Hirayama’nın bu yanını sağaltabilmek için bir işi uğraş edinmesi; doğayı gözlemlemesi, müzik dinlemesi, kitap okuması…
Dönüp siz de incindiğiniz yerlerinize bakın, bunun için ne/ler yapabildiğinizi (hatta yapamadıklarınızı, belki de hoyratlıklarınızı düşünün) derim.
Ve “iyi insan” olabilme bilincini de aşılayarak elbette.
Size bir öykü anlatmayacağım, yalnızca bir imgeden yola çıkarak, bu filmi izlemeden önce yazdığım iki metni ileteceğim.
Evet, size, ilk okurum olana yazdığımı söylemeliyim.
Bunun kim olduğunu bir yazar hiç mi hiç merak etmez. O “adsız okur”dur, bunu bilir.
Aşk da Aşılır!
Öyle bakınca bir şey olmuyor, sevince de!
Paylaşmak dediğin nedir ki; mor külâhi, çocuk sevinci.
Sen beni terk et oyunudur aşk. Oyalanmaya gelmez, rüzgârından geç yeter. Aldatıcıdır her şey orada. Göz kırpmaya gelmez. Bir bakarsınız ki, ayaza kesmiş bir duyguyla ortadasınız…
Hadi, öyleyse, berduşluk zamanının divanesi bil bu gönül oyununu. Gidince, divanesi olduğu kenti görüp edince; baygınlaşan duyguların sesine doğru yürüyünce neler olabileceğini bırak Şems anlatsın size:
“Akıl, kişilerin bağıdır, aşk bu bağları çözer
Akıl der ki, taşkınlık etme! Aşk da teklifsiz davran, der!”
Susan sözün mührüne çözmeye gerek yoktu, anlatıyordu her bir şey oradaki saklı zamanı.
Kederli gelen ne, onu unut. Bir yanardağ gibi için için yanmaya gerek yok. Avuntu dediğin gözükaralıkla eş.
Ninnilenen şarkılarda büyümeyi unutalı çok oldu.
Albenili bakış, çıkmaz sokak. Anladıysan da, geç oldu.
Tutup “Çağanozlar” yazmaya başlıyorsun yeniden. Şunları sıralıyorsun defterine:
- Bekleyiş,
- Avunç,
- Tutku ve arzu,
- Aldanış,
- Yüzüstü bırakılma,
- Sağıntı,
- Sapmalar,
- Haz duyamama,
- Askıya alınan,
- Kanayan…
Çerçevelediğin öyküde anlatmak istediklerindi. Bir “savaş” ortamında, kıyıda bir kasabada, savaşa giden sevdiğini bekleyen bir genç kadının öyküsüydü anlattığın. İki perdelik bir oyundu. Göstererek anlatmayı seçmiştin. O kederli, meraklı, ama bir o kadar da umutlu bekleyişi altüst eden bir “gelen”in gerçekliği “savaş”ın asıl nerede yaşandığını anlatmaya başlayacaktı. Orada asıl iki kardeşin yüzleşme öyküsü başlıyordu…
Bir yere not ettiğin şu cümleye dönüyorsun:
“Ebeveynlerin günahları, çocukların nevrozu olur.” (Michael Haneke)
Oradan bakıyorsun yaşanan o savruntuya…
Nevrotik olan ne, sorgulamak yerine anlamaya çalışıyorsun bunu.
Bir döngü içindesin. Şairin sözü gelip buluyor seni o sızılı yanına dokunarak üstelik:
“Erkek ölümden konuşuyoruz yeni ormanlardan
dahi ‘dikeni seven gülüne katlanır bir kadın’dan.
Haramiler ki kırkın üstünde sayıları
bir küçük tabut tabakada gezdirirler ölüleri fakfon
burunlarına çekmek üzre, ince çağrışımlıdır.” (*)
Sonra, bir geyik avcısı gibi yollara düşüyorsun. Harami bakışları ıskalayarak geçiyorsun pıtraklı yollardan. Atını kuşanmış bir süvari gibisin. Kurşuni gökyüzü, durmadan yağan yağmur, “refakatçi”nin can sıkıntısı, “genç kadın”ın sünen bakışları yönsüz kılıyor seni gene de.
“Yas” gömleği giymekten kaçınıyorsun!
Kederin dilini yeniden kurmak için ağıtlara gerek yok. Gene de dokunuyor sana Macbeth’in şu sözleri:
“Karar verdim, boyun eğiyorum kedere
Kanımla canımla kalkışacağım bu korkunç eyleme.
Gidelim de artık gösteriye girişelim;
Sahte çehrelerle sahtekâr yüreğin bildiklerini gizleyelim.” (**)
Başkalık deneyimiydi belki de kendinize kanıtlamak istediğiniz.
Cendereye dönüşen, adeta bir hapisaneyi andıran yerden kurtuluş çığlığı gibi çıkıp gelmişti…
Eros’un kapıları açıldığında gördüğünde… Yasak meyvenin yolculuğuydu aslında yeryüzünde hep yaşananlar. Bir başka hayatın nasıl olabileceğini görmek, anlamaktı… Adlandıramadığınız neydi bunu görmeye başlamıştınız adım adım.
Sonra, tutup şunu yazıyorsun ötedeki defterine:
Göz Alışır,
Bellek Yorar
Gözlerimde gördüm seni.
Yansıman vardı orada. İniş çıkışların. Sarıp sarmalayışların. Sonra kapanan halin. Anlatmaz, dinlerdin daha çok. O sessizlikteki bakışlarında ne var diye anlamaya çalışırdım. Bazen, silici olan ne varsa orada toplanırdı sanki. Ürkütücü olan da buydu. Belirsizlik anıtı gibi dururdun öylesi ânlarda. Cehennemin kapısında bekleme hali… İşte dile getirilemeyen de buydu sende. Bir günlük ömür gibi de bakardın. Orada ânın dondurulmuş, zamanın yinelenmeyen hali vardı sanki! Yinelenemeyen söze, bir daha yaşanamayacak hayata bakardın oradan. Suskunluklarınla anlattıkların da buydu aslında. İnsanın zayıf yanlarını görmeye, bunları didiklemeye üstüne yoktu. Narsisizm yenilgisinden çıkmış birinin bu her ân tetikte olma halini kavramak zordu! Bu yanını anlayınca da göçüp gitmiştik artık. Oysa, ikili yaşamda denge ve incelik gerekiyordu. Anlayış dediğimiz şeyin başlama noktasıydı bu üstelik. Basmakalıp sözlerin işe yaramadığını hayat öğretiyordu. Gözlerindekini sezebilmek için önce dokunmak; “gözlerimi de al” demek gerekiyordu.
André Gide, Oscar Wilde’ın yaralı zamanına tanıklığından söz ederken, “asla fazlasını göstermezdi,” der. Başkalarının “alaysı” bulduğu şey aslında onun kanayan yanıydı, sızılı olan…
“De Profundis” onun adeta çığlığıydı. Yaşadığı cehennemin adlandırılması yani!
…
Şimdi, yönünü dönüyorsun Hafız’ın ülkesine. Kem gözlerden ırak çöl yolcususun adeta! Önce, Molla Camî karşılıyor seni bir sedir ağacının gölgesinde. Ve bir hikâye anlatıyor sana, “kederini böyle dindir, sözüne sadık kal,” diyerekten:
“İki akıllı arasında aşk bahsi açılmıştı. Biri dedi ki: aşkın hassası daima belâ ve mihnettir. Aşık her zaman ıstırap çeken, belaya uğrayan insandır. Öteki itiraz etti: sus! Anlaşılıyor ki sen asla cenkten sonra barış görmemiş, ayrılıktan sonra kavuşmanın tadını tatmamışsın; dünyada aşkı sanat edinen temiz yürekli insanlardan daha hoş ve aşktan anlamayan ağır canlılardan daha kaba kimse yoktur.” (***)
Sonra, bir ceylan derisine yazdığı şu beyti yolda okumam için sana uzattı:
“İnsanın gönlünün güzelliği aşk dilberinin ışığındandır.
Gönlünde güzellik olmayan güzele kim gönül verir?
Anlayışı eksik olanlar bu kaideyi delil isterlerse, her cins kendi cinsini arzular sözü buna senettir.”
Ve Hafız’ın bir sözünü çöle yazıyorsun:
“Hicranına da şaşıyorum, vuslatına da, bilmem ne çareye başvurayım? Ne göz önündesin, ne de gözden kayıpsın?”
ve bir diğerini de kendine kılavuz kılıp Şiraz’ın yolunu tutuyorsun:
“Güzellik ve aşk sırlarının incisi gönlümde. Hoş tutarsan, eline teslim edebilirim.” (****)
(*) Devlet ve Tabiat, Ece Ayhan, 1973, E Yay., 2024 YKY., 118 s.
(**) Macbeth, Shakespeare; Çev.: Zeynep Avcı, 2024, Can Yay., 141 s.
(***) Baharistan, Molla Camî; Çev.: M. Nuri Gencosman, 1990, MEB. Yay., 292 s.
(****) Hafız Dîvânı, Hafız-ı Şirazî; Çev.: Abdülbâki Gölpınarlı, 2011, T. İş Bankası Kültür Yay., 854 s.
edebiyathaber.net (16 Nisan 2024)