“Yeşil nasıl istiyorum seni yeşil.
İri yıldızları kırağının,
gelir karanlığın balığıyla
şafağın yolunu açan.
Sürter incir ağacı rüzgârını
dalların zımparasıyla,
dağ, o hırsız kedi
kabartır acı sabırotlarını.”
Lorca, Çev.: Erdal Alova
Bekleyen ve sünen zamanın rengiydin. Ne yana baksan sesinin tınısı vardı. Gözlerin alev alev, bakışların gönül çağrısındaydı hep. O elemli duruşları anlamamışım meğer. Seni teselli edenlere dalarak aramızdaki zamanın mührünü çözememişim. Gittiğinden beri, dağlarla göğün mavisinin buluştuğu zirvelere taşıdım kendimi. Anlayanla anlatanın dervişi olmaktı bu. Sesinde sessiz kalabilenin bakışını kuşandım ister istemez. Döndüm, bir söze bağlandım önce. Sonra, sarısabırkuşuna anlattım elemimi. “Birinin başına gelebilen, herkesin başına gelebilir,” diye fısıldadı bana. (*)
“Dağlar da geri çağırır seni,” diye bir ağıtsı ses az ötemizdeydi.
Ve tutup, o avuntu şafağında, daha gün doğmadan dağın engininin seyrine dalarak şunları okumuştum kendime ve sana:
“Gözyaşlarımız yazgımızı alt etseler ağlayıp sızlayalım: günlerimiz inlemekle geçsin, uykusuz gecelerimiz perişan olsun; yaralı göğsümüzü parçalayalım ellerimizle, yüzümüzü de esirgemeyelim; kendimizi bu denli sağaltıcı bir umutsuzluğun deliliğine teslim edelim. Ama, hıçkırıklarımız ölüleri diriltmiyor, bütün üzüntümüz öncesizlik-sonrasızlığa göre değişmez ve sabit olan bir talihi değiştirmiyor, ölüm de avını bir an bırakmıyor, bu yararsız acıya bir ara vermiyor elbette. Bundan dolayı, kendi kendimizi yönetelim, şiddetiyle bizi yanlış yola saptıran duygulara kendimizi kaptırmayalım. Dümenini dalgalara kaptıran, yelkenlerini rüzgârın keyfine bırakan ve kayığını fırtınaya terk eden denizci utansın; ama sulara gömülünceye kadar dümeni elinde tutup ona sıkıca sarılarak batıp giden denizciyi de saygıyla analım.” (**)
Anlaşılan bir dille konuşmak yetmiyor, biliyordum bunu. Başka ırmaklardan geçmek gerekiyordu sana varmak için. Bilinirdi ki, her sanrı bambaşka bilinmezliklerin kapılarına taşır duygularımızı. Orada sırrı nedir diye sorduklarımıza döneriz yüzümüzü. Çığ gibi büyüyen sorularla yüzleşiriz. Gene de, öylesi bir kapının karanlığına yüzümü dönmeden, senin divanen olduğumdan beri, şunu yazmıştım defterimin alınlığına:
“Bana güven veren, senin ruhunun güvenilir güçlüğüdür, parlak bir durumda kendini gösteren bu cesarettir.”
İşte o “güven”le yol almış, enginlere varmıştık seninle. “ama kavgadan vaz geçtin ve açık yürekle gözyaşlarını akışına bıraktın,” ve göçüp gittin bu diyardan. Sözü yarım, bakışı eksik, duyguyu öksüz bıraktın.
Gittin, ummanlara saldın bizi. Bilinmezlikler burcunda, başka göklerde kendine yer aradın. Oysa bilirdin ki, bir derviş hiçbir vakit bilinmezlik burcunda kendi sözünün arayışının kölesi değildir. Hırkasını pek, sözünü diri tutarak; ve sabrını sınayarak yol alır. Bağışlayıcıdır o nedenle. Ateşlerden de geçse, yıkıntılarla da karşılaşsa; o duygu dilinden vaz geçmez, sözünü de yere düşürmez.
Şimdi senin dağlarındayım. Senin bakışlarında. Yeşilden yeşil, sözden söz devşiren ummanlardayım. Bunca erken gelen öfkenden kalanların izlerine asla dönmüyorum yüzümü. Ne aradığım bir teselli, ne bir başka bakış senin göğünde varolmanın ahengini bozacak her bir şeyin ırağındayım. Burada, boyun eğip sızlanmak harcım değil.
İşte, şimdi, bu kuşluk vaktinde, açıp kitabımı kaldığım yerden sana okumaya devam ediyorum, sesimizi duyasın diye:
“Biz bütün kötü alışkanlıkları doğar doğmaz boğmazsak, onlar ta içimize kadar kök salarlar: durmadan kendi kendini azdıran bu karanlık ve yıkıcı duygular da böyledir; zamanla kendi acılıklarından beslenirler, acı da mutsuz bir ruh için bir tür sapkın bir zevke dönüşür. Bundan dolayı senin kurtuluşuna işin başından itibaren girişmek isterdim: o zaman yumuşak bir tutum kötülüğü tohum halindeyken durdurmaya yetmiş olurdu; saplanmış bir oka karşı daha sert bir müdahale gerekir. Böylece vücudun yaraları daha yeni ikan kolayca iyileşir. Bu yaralar iltihaplanmaya ve ülsere dönüşmeye başlar başlamaz onları dağlamak, etin derinliğini yoklamak, parmakla oraya girmek gerekir. Bugün bu denli direngen acı için ne bir inceliğe, ne bir ölçülülüğe sahip olabilirim: ona karşı sert davranmak gerekir.” (***)
Yarattığın o yeşil vadideyim.
Ezgilenmiş bir bakışla yol almanın ezincini çağrıştırıyor: “Çölün Kalbine Yolculuk” filmi. Orada kendini görmek/kendine bakmak yerine, aşkın aşkınlığındaki örseleyici gelene bakmayı yeğliyorum. Şairin şunu söylediği yerdeyim aslında:
“Gidiyoruz, yürekler toza banmış, ağır,
durdu duracak nicedir, neredeyse atmaz.” (Ingeborg Bachmann)
Sonra, fısıldıyorsun ona kendi sesiyle:
“Biz istedik bunca ayrılığı!”
Kavuşmak Zamanı
Zamanın tozlarını silkeliyorsunuz ikiniz de… Aykırı ve ayrıksı olan her şeyin ırağına düşüyor aranızdaki zaman. Hatırlanana, yaşanana, ötelene dönük artık bakışlarınız. Aradığınız yerde değil, kendinizi iyi hissettiğiniz o “yeşil vadi”desiniz. Adlandırmak da gerekmiyor kaybedilenle kavuşulanı. İkiniz de biliyorsunuz ki, birbirinizin vazgeçilmezlik burcundasınız. Sözcüklerin tesellisi bir bahaneniz olmalı.
Ve dönüyorsun onu bekleyen sabahın gölgesinde “Mükemmel Günleri” yeniden izliyorsun. İnsanın kendi olabileceği bir zamanı nasıl yaratabildiğinin öyküsüne veriyorsun kendini.
Gene de, şairin yazdıklarından kopamıyorsun. Tutup o bekleyişin eşiğinde şunu okuyorsun bu kez kendin için:
“Düşer, boyuna düşer aşağılara, oysa çığlığı sese dönüşemez (çığlık gücü bile alınmıştır elinden, her şey elinden alınmıştır!), ve düşer dipsiz derinlere, derken kendini yitirir, varlığına ilişkin bütün sanıları dağılıp çözülür, silinip gider. Ama yeniden bilinçli durumuna kavuşup bir titremeyle düşüncelerini düşüncelerini toparladı mı, yeniden bir varlık kazanıp çok geçmeden ayağa kalkarak yeni güne başlaması gereken bir kişiye dönüştü mü, yeni ve olağanüstü bir güç keşfeder kendisinde.” (****)
O sayrılarevinden çıkıp geldiğindeki diri, güçlü halini hatırlıyorsun şimdi. Sesinin rengine yansımıştı deri değiştirme hali… İyi gelen bir bakışın tutkulu yolcusu olduğunuzdan beri onu böyle ilk kez görmüş olmanın erincindeydin. Ötelediğiniz zamanın nasıl bir teselli olabileceğini de konuşmuştunuz.
Şimdi, biliyorsun ki; bütün ırmaklar ona akıyor, onun açtığı vadinin yeşile kesen rengine, toprağına, çiçeğine börtü böceğine…
Ve, o; senin için artık bir okyanus, bir gökyüzü, bir çöl, biraz Hindistan, biraz Marakeş, biraz İsfahan… Bilinmezlik burcunda bir yıldız, Kafdağı’nın ardında kavuşmayı bekleyen bir düş artık sana…
Ve diline dolanan bir ezgi:
“Sonbahar, avucumdan yemekte yaprağını: biz dostuz.
Badem kabuklarından soyup zamanı, ona gitmeyi
öğretiyoruz: Zaman,
kabuğuna dönüyor.
Aynadan yansımakta Pazar,
düşlerde uyunuyor, ağızlar
doğruyu söylemekte.
Sevenlerin kavmine iniyor gözlerim:
Birbirimize bakıyoruz,
karanlık şeyler söylediklerimiz,
gelincik çiçeğiyle hatıraların birbirlerini sevmeleri gibi
seviyoruz birbirimizi, istiridyelere
sızan şarap, ay ışığında yüzen deniz gibi
uyuyoruz.
Birbirimize sarılmış, duruyoruz pencerede, sokaktan bizi
seyrediyorlar:
zamanı geldi artık bilmelerinin!
Taşların çiçeklenmesinin,
bir yüreğin tedirgin atmasının zamanı geldi.
Zamanıdır artık zamanının gelmesinin.
Zamanı geldi.”
“Corona”/ Paul Celan, Çeviren: Ahmet Cemal
(*) Publilius Syrus’un bir pandomiminden.
(**) Teselliler, Lucius Annaeus Seneca; Çev.: kenan Sarıalioğlu, 2010, Kırmızı Yay., 149 s.
(***) agy., s. 23
(****) Otuz Yaş, Ingeborg Bachmann; Çev.: Kâmuran Şipal, 1989, Bağlam Yay., 190 s.
edebiyathaber.net (23 Nisan 2024)