“Arıların Bildikleri”ni okurken şu satırlara geldiğimde duralamıştım:
“Hititlerin Asya’nın batısına hükmettiği dönemde, arıcılık yasayla güvence altına alınmıştı ve kovan yağmalarken yakalananlar altı gümüş sikkeyle ağır bir cezaya çarptırılıyordu.” (*)
Arıların, arıcılığın insanlık için ne denli önemli olduğu bilgisini erken yaşlarımda erişmemde kuşkusuz babamın arıcılık tutkusu neden olmuştur. Bizim için bahçemizdeki arılar, arı kovanları birer oyun şenliğiydi.
Şu günlerde, nice zaman sonra, arıcılığa tutkuyla dönme düşüncesinin ardından giderken; hem okumalarımın ibresi değişti hem de o çocukluk günlerimdeki izlere dönmeye yöneldim.
Şimdilerde yöneldiğim kitaplarda okuduğum her satır beni alıp bir bahçeye, ıssız bir dağ koyuna taşıyordu. Toprağın ağaçlarla çiçeklerle bezendiği bir tür yurt arayışına gidiyordum. Her adımda defterimdeki notlar, çizimler çoğalıyor; karşıma çıkan her sözün sırrını çözmeye, anlamaya çalışıyordum:
“Tüm tozlaştırıcılar içinde en fazla çeşitlilik gösteren, sayıca en kalabalık tür olan arıların ziyaret ettiği çiçekler de muazzam bir çeşitlilik gösterir, çünkü arılar geniş bir yelpazedeki renk ve şekilleri çekici bulur, başka tozlaştırıcılara daha uygun olan çiçeklere gizlice sokulabilirler. (Örneğin çoğu arı kırmızıya kördür, ama sinekkuşu çiçeklerini -çevredeki yapraklarla aralarındaki ton farkları ve şekilleri sayesinde- tespit edilebilirler.) aslında arılara çekici gelen özellikler öyle çeşitlidir ki tüm bu özellikleri tek bir ‘arı sendromu’ başlığı altında toplamak imkânsızdır. Arılar denklemin dışında kalacak olsa, çiçekler kendilerine çekicilik katan, doğal karşıladığımız tüm karakteristik özelliklerini yitirir.”
Thor Hanson’un kitabında dillendirdiği düşüncelerle buluşmam, bendeki arıcılık tutkusunu iyice alevlendirdiğini de söylemeliyim.
Arıcılık, arılarla ilgili notlarımı almaya yönelirken, çocukluğumdaki o izleri de bir yere kaydetmeye başladım.
Hatırladığım Zamanlarda
Unutmak değil bu, biliyorum.
Örtmek demeli belki de!
Yaşadığımız her yitim bir uzaklaşma gibi gelse de, aslında hatırladıklarımızla bunun ne yaman bir bağlanmaya dönüştüğünü anlarız.
“More Than Honey” (Baldan Acı) belgeselini izliyordum. Bir ân arıların dünyasına asılı/tutulu kaldı belleğim.
Yitirdiğim çocukluk cennetimin simgesi olan evimizin bahçesi, bahçedeki arı kovanları, orada onlarla geçen şen günlerim gelip buldu beni.
Babamın bin bir emekle kurduğu bahçesinin bizdeki izleri, etkileri, biçimleyiciliği oradan uzaklaştıkça daha da belirginleşti.
Ve ben, bir bahçe kurmanın ne anlama geldiğini o bahçeyi kaybedince anladım.
Büyük kente yerleştiğinde de bu tutkusundan vazgeçmemişti babam. O cennet bahçesini kurabilmek için kentin dışında bir yer arayıp bulmuştu.
1970’lerin İstanbul’unda Kaynarca küçük bir köy, bulduğu tarla da bostanlık bir yerdi.
Önce bahçenin yeri belirlendi, sonra ev yapıldı. Aşıladığı kiraz ağacı öylesine gelişip serpilmişti ki; bir mayıs günü annemin oradan kirazları sepetle yayınevine getirmiştim.
Bertan Onaran’ın kısmetiymiş, kirazların üzerine gelmişti. Hangi pazardan aldığımı sorunca; babamın bahçesini, arılarını, bir de bu kiraz ağacının çocukluk kentimden alınıp buralara nasıl taşındığını anlatmıştım. O etkiyle de, bir iki gün sonra “Babam ve Kiraz Ağacı” öykümü yazıp çıkarmıştım.
Bundan birkaç yıl önce, bir ağustos günü babamı sonsuzluğa yolculadığımızda onun bahçesine toplanmıştık ailece…Biz çocukları, annem, torunları, dayımlar, yeğenleri…her birimiz bir anısını anlatırken; gördüm ki, en çok onun doğaya tutkusu, bahçe kurma sevdası, arılarından söz ediliyordu.
Bahçedeki fıskiyeli havuz, çardak, çiçekler, meyve ağaçları, ekilen sebzeler…Sanırdınız ki bahçenin bütün nebatatı arılara hizmet ediyor! Oysa tam tersi, arılardı bütün bunların yaşamasına neden.
Arılar bahçenin en çok çalışanıydılar, babamınsa hayat tutamağı, dahası oyunu! Ya da öyle algılamıştım o günlerde.
Bize şunu çok iyi öğrettiğini, hatta birkaç kez de birlikte yaptığımızı hatırlarım: arı, yani petek oğul verince; güruh halinde kovandan çıkan o arı kümesinin uçup başka yere gitmemesi için gelip tutundukları bir ağaç dalında toplaşmalarını sağlayacak taş çalma işi… Hemen elimize iki taş alıp avuçlarımıza yerleştirir birbirine vurarak o sesle arıları bir arada tutardık. Çıkardığımız bu patırtı babamın oğulu kovana almasına dek sürerdi.
Yılda birkaç kez denk geldiğimiz bu oğul verme dönemi eğlencemiz olmuştu. Gerçekten o kümelenen arı sürüsü hazır bekleyen kovana adeta törenle alınır, orada yeni hayatları için mumlu çerçevelere şıralar akıtılırdı.
Artık gözümüz kulağımız hem bu yeni kovanda olurdu, hem de eski kovanda ikinci katı çıkan çalışkan arıların bal yapma hız ve hünerlerinde… Bu, aile arasında dillendirilip dururdu. Babama göre baharın iyi karşılanmasının bir işareti olarak alınırdı balın çokluğu. Çünkü arı bol bal yaptığına göre, çiçeklenme mevsimi iyi geçmiş çokça malzeme bulmuş demektir.
Arıların yaşamın ve doğanın dengesi olduğunu sık sık anlatırdı babam. “Arısız hayat yok gibi,” der; “bal hayatın tadı, yaşamın özü” diye de eklerdi.
Onların uyumu, ahengi, çalışma disiplinini görmek için zaman zaman bizi kovanların bakımı/kontrolü sırasında yanıbaşından ayırmazdı. Bal hasat zamanı geldiğinde de asıl şenliğimiz başlardı. Tütsülemeden balmumu kokusuna, arıların vızıltı ahengine, mühürlü bal çerçevelerinin görünümüne kadar her şey bu şenliğin bir parçasıydı.
Bir tür hayat dersiydi bu bize.
Babam, bahçe ve sokaklar aklıma düştükçe bir bunları; bir de onun bisiklet tutkusu, derelerde alabalık avlama sevdası gelip bulur beni sıklıkla. Doğanın keşfi, doğada yaşamak sevdası ona bahçe kurma düşünü vermişti sanırım. İnsanın ömründe bir bahçe kurması özenilesi bir şey. Öğreticidir de bir bahçe. Zaman zaman düşünürüm bahçesizlik insanın yaşama tutamacı olmadan yaşamasıdır, biraz da yaşamasız yaşamak derim ben buna.
Geçen gün uğradım onun bahçesine. “Kiraz ağacı küstü,” dedi annem, “sizler yoksunuz, gelmiyorsunuz diye…” burkuldu içim. Dönüp baktım gökyüzüne, bir bizim bahçenin göğü vardı, çevresi pıtrak gibi sarılmıştı binalarla…Annemin hüznünü anlıyordum. Artık bu kentte bir bahçe kurmak kadar bunu yaşatmanın da zorluğundan söz edip durduk…
Bunlar da anlatılası şeyler elbette. Tükettiğimiz onca güzelliğin bizi hayata bağlayan tek umudu galiba unutmama bilincimiz ile doğanın soylu işçisi arılardır…Onlar şimdi yok hayatımızda, yakında bu kentteki bahçemiz de olmayacak, ama ne acı!
Belki de bu yitiklik duygusu bizi yaşadığımız bu kenti terk edip, arılarla yol alabileceğimiz, kovanlarımızı yeni bir bahçede var edebileceğimiz o “sessizlik koyu”na sürüklüyor…
Eminim ki orada gördüğümü ve yaşadığımı an be an yazacağım, arıların öğrettiklerine daha yakın olacağım…
(*) Thor Hanson, Arıların Bildikleri ve Dünyamızdaki Yaşam İçin Önemleri; Çev. Kemal Güleç, 2020, Metis Yay., 292 s.
edebiyathaber.net (7 Mart 2023)