Bekleyen bahar diye başlıyordun söze. Birine anlatmak için değildi sözlerin, o arınma yolculuğu sonrası yazmaya başladığın kitabının ilk cümlesiydi. Zihninde gezindirdiğin ise şarkı gibi bir sözdü, yineleyip duruyordun buna da: dağlar da geri çağırır seni.
Bir başka şey de daha vardı o ânda hayatında; okuduğun şiirler, unutmak, belki de içinde öldürmek istediğin duyguyu terk edebilmek için gittiğin yerler…
Yoksunluk üzerine düşünmeden kendini alamasan da, şiirin her şeye değil ama bir şeye iyi gelebileceğini bilerek, her sabah ki Çehov okumalarının yanına bir de şiir ekledin.
“Bazen yazamıyorum, ne yapmalıyım” diyen birine verdiğin kestirme yanıt: Sevdiğiniz bir yazarı okuyun ya da iyi bir film izleyin, yolculuk yapın sözlerine kendin de sadıktın.
Şimdi ise sadakatin ne olduğunu bilmeyen birinin ölümü üzerine yazıyordun. Tutkunun, bağlılığın, sevmenin nasıl bir direnç/sevinç olduğunu bilemeyen birinin ölümüne ağıt yakmayı bırakan bakışı kuşanalı beri hayata artık başka bir pencereden bakıyordun.
Geçmişte “Yüzüm Özleminle Solacak” adını vererek yazdığın metinlerin sendeki anlamının asıl şimdi karşına çıktığı görmen bir yazı yanılsaması, hatta hayatın yeniden metaforik yorumu sanki!
Şimdi bunu söylerken Shakespeare’in soneleri geliyor aklına. Dönüp bir alıntı yapmak, hatta kendin, bir zamanlar o yiten için yazdığın “noktürnler” gibi yeniden yazmak yerine, bu sabah yüzünü dağa dönerek yürürken yeni ezberlediğin şiiri okuyorsun kendine:
“Bahar belki de bir el gibidir
(öyle ki dikkatlice çıkagelir
Hiçbiryerden) düzenleyerek
bir vitrini, herkesin seyrettiği (bakarken
herkes uzun uzun
düzenleyerek ve değiştirerek yerleştiren
dikkatlice oraya şaşılası
birşeyi ve buraya bilenen bir şeyi) ve
değiştirerek dikkatlice herşeyi
bahar belki de bir
El gibidir bir vitrinde
(dikkatlice ileri
geri taşıyan Eski ve
Yeni şeyleri, bakarken
herkesin uzun uzun dikkatlice
taşıyan belki de bir
bölümünü çiçeklerin buraya, yerleştiren
bir tutam havayı oraya) ve
kırmaksızın hiçbir şeyi.” (Cummings/Çev.: Samet Köse)
Onunla her şey bir bahar gibiydi, hayatınızı düzenleyen kuran biçimleyen bir bahçe… Renkleri kendinden gelen, örgüsü parmaklarının hünerinde olan bir kilim…
Kesintiler, nefessiz kalmalar hayatın akışında olanlardı. Bunları elbette umursayarak yaşamak gerekti. Ama bir ölümü hazırlayabileceğini düşünemezdiniz.
Zaman zaman işte o “bekleyen bahar” düşünceni bezeyen bir akışkanlıkla güne başlar, hayatınızın böylesine duru, açık anlaşılır, yalın akışına şaşkınlıkla bakardın. Kendine şimdi itiraf edebileceğin “bunda bir terslik var, her şey bu kadar iyi güzel olamaz,” dediğin düşünceyle şimdi karşılaşıyordun. Dahası bunu kendine bile söyleyemediğini şimdi hatırlıyorsun.
Karanlıkta göz kırpmak bilemediğindi. Ve senin o içedönük duruşuna öylesi anlamlar yükleyerek kendisini, seni yok eden bakışı da şimdi anlıyordun. Gitmeyi, başka göklere kanatlanmayı, hatta ölmeyi bile seçerken ne düşündüğünü bir insanın; ancak onu içinizde öldürdüğünüzde anlayabilirsiniz.
Şair dostunun, “ölmeyecek kadar yaralı” dizesi gelip gene yokluyordu seni böylesi bir ânda.
Aklında tuttuğunu buraya da yazmak istiyorsun:
“Benim yüzüm senin gözünde görülüyor, seninki benim gözümde;
Yüzlerimizde ise sadık, tertemiz yürekler var.” (John Donne/ Çev.. Bülent R. Bozkurt)
Toprağa karışan o yüzü hatırlıyorsun, dahası o yüzlesin; karşındaki fotoğrafı herşeyi anlatıyor; baharın hangi bahar olduğunu, mevsimlerin nasıl dönüştüğünü, ölümcül olanın asıl ne olduğunu onun yüzünde okuyabiliyorsun.
Seneca, dostu Lucilius’a şunu diyordu:
“Başkalarını yalnızca yanlarındayken değil düşüncelerindeyken de daha iyi kılabilen adama ne mutlu!”
Belki de içinde yaşattığın da asıl bu. Hatırlayınca kendini iyi hissettiren. Bunun ne olduğunu kime anlatabilirsin ki ondan başka!
Annie Ernaux’yu okumuştun ardı ardına. Onda seni kendine çeken anlatısının yalınlığı kadar dile getirdiklerindeki cesur duruşu, kendini bir kurgusal karaktere dönüştürerek yansıttığı gerçekliklerin insana dair “herşey”i “bir şey”de anlatmasıydı aslında. Özellikle “Yalın Tutku”daki “bekleme” metaforunu sezgiselliğe bırakmadan yansıtması.
Şunu diyordu bir yerde: “Şimdiyi, yeniden mutluluğa açık bir geçmiş olmaya zorlamak istiyordum.” Gidenin, yitirilenin ardından insan ne yapar? Yalnızca bekler mi? Yoksa yolunu mu yitirir? Ya da arınma duygusuna götürecek uğraşlar mı edinir? Şu an tıpkı senin yaptığın gibi yazmaya mı yönelir?
Yinelediğin şu düşünceyi saklından çıkarıyorsun artık:
Hayat mı sanatı taklit eder, yoksa sanat mı hayatı…
Ernaux, bu iki geçitin iklimini yaratan bir anlatıcı. Kendi yaşamını bir öz-anlatıya dönüştürmeyi insan/dünya “mesele”leri canını yaktığı için yazıp ediyordu. Oradan hayata, insana bakmamızı istiyordu aslında.
Şimdi sen, ötede Juan Goytisolo’nun ya da Annie Ernaux’nun yaptığı gibi kendi sızının/kaybının öyküsünü yazmıyorsun. Hatta yazmaya karar verdiğinde o eşiği geçtiğini hissetmiştin bile. Bu da, içindekini “öldürmek” değil, yaşatarak yaşamaktı senin için. Sureti silineni alıp başka bir boyuta taşımaktı.
Bir şeyin anlaşılır olabilmesi için, tıpkı bir insanın diğerinde anlaşılabilmesi için, saydamlık/açıklık, akıl ve mantık bileşimini bilincinde taşıması gerekir.
İşte bu gidiş yolunu yitirme değil, kendini bulmadır bir bakıma da.
“Yazı yazma zamanının tutkunun zamanıyla hiçbir ilişkisi yok,” diyordu Ernaux. Sürekli yazan birinin yüzünü döndüğü yer salt “şimdi” değildir, hayatın dünü/bugünü ve geleceğidir de.
İşte buradan, kendi şimdinden düne/geçmişe ya da o gidene/yitene bakışın artık yazanın “özne”si olmaktan çıkıyor, başka birşeye dönüşüyordu.
Yaşamayı sürdürdüğüne göre, baharı her dem beklemen kaçınılmaz.
Bugün onun bahçesine uğradın. Baharının solduğunu gördün. Artık bekleyeni yoktu. Bir yerde de insandaki gibi hüsran yaşanır. İçindeki soğuranın ne olduğunu görmek için gittin aslında. Hiçbirşey’e dokunamadın. Birşey’e baktın; o da yoktu.
Fısıldadın kendine:
“Dağlar da geri çağırır seni!”
Çünkü, Tarçın da terk etmişti o sokağı…
edebiyathaber.net (7 Mayıs 2024)