Sor ki, anlatsın sana; yaşadığın her bir şeyin anlamını orada bir kez daha göresin.
Hatırlamak istersen de sor, sorgulamak istersen de. Madem ki gitmeyi seçtin; sor nasıl bir hayat yaşadım, nasıl bir hayat istiyorum diye…
Uzak durmak, sessizliğinle gitmektir biraz da.
Öfke dağlarından geçmektir, kal diyemem, suskunluk barikatlarını yıkmaktır gitmek…
İstenmeyen yerde kalamaz insan. Kapılar kapanır, duvarlar setlere dönüşür. İnsan kendini yılkıya bırakılmış gibi hisseder…
Gene de, yaşama sor; nerdesin diye…
“Yaşamım Nerdesin?”
Bugün sesini verdin… Dünyanın en güzel armağanıydı bu, O’na.
“Bir düşe sürgün edilmiş gibi hissediyorum,” diyordu Pontalis geçmişine dönük çıktığı yolculuk için.
Yitirdiğin birini düşten uyanıp karşında görmek gibi bir şeydi! Bir süre adeta nutku tutuldu. Kaybettiğinde içine akıttığın gözyaşlarını tutamadın.
Uzunca süredir burada seni ele geçiren arşivinle baş etmeye çalışırken kardeşin aramıştı. Onunla şöyle bir diyalog geçmişti aranızda:
“Yazıevi, bu kütüphanem yansa artık gam yemem!”
“…”
“Hatta şu ân ölsem, gözüm arkada gitmeyecek, onu sevdim, bana böylesi bir hayatı gösterdi, yeter!”
“…”
“Çünkü, şuraya kadar yaşadım hayatı. Onsuzluk çok da anlamlı gelmiyor bana artık.”
Bundan birkaç saat sonra sesin gelmişti. İyiydi, bana da iyi gelmiştin. Yaşama birliği ne zormuş meğer, bu süreçte sanki bunu görmüş, deneyimlemiştik. Ölümcül sessizliğimiz biraz da bunu anlatıyordu bize.
“Benim öğretmenim oldu,” demiştin.
“Sen de bana ayna tuttun, öğrettin gösterdin çoğu şeyi,” diyebilmiştim. Ezginlikten değil sesimin kısık çıkması, senin deyimiyle, düşen frekansımın yükselme ânıydı; o düşüşten yükselişe geçmek öyle hemen mümkün olmuyordu.
Sonra, Pontalis’i okumaya vermiştin kendini.
O’nun yitiminden sonra kendine verdiğin “ödev”lerden biri de bu: Her gün psikanalitik ve felsefi bir metin okumak. Başlama noktan için bir listeleme yapıyorsun. Bunun bir içsağaltım olduğunu da biliyorsun elbette; diğer Pontalis ve Kant okumalarından. Özellikle Kant’ın “kanıtlanmış sadakat” düşüncesini ilk ödev olarak yazıyorsun defterinin bir köşesine. Bu düşüncesine yer verdiği metin adeta dönüp dönüp çalışılmalı. diyorsun. İnsana ayna tutan yanı var.
Tutunduran Zaman
İçlenmenin ikliminden geçtin.
Yatıştıran duygularla yazmanın mevsimindesin. Yasla ilgili bildiklerini unutuyorsun, bu bambaşka bir duygu. İçindekini öldürebilmenin yasını tutuyorsun. Ama buna başka bir ad vermek gerektiğini de biliyorsun üstelik.
Fotoğraflarını kaldıramıyorsun, okuduklarına ara ara dönüyorsun,
Birini kaybedince ne yaparsınız?
Eşyaları değiştirir, giysileri ortadan kaldırırsınız…Sonraki günlerinizi onsuz nasıl geçirebileceğinizi düşünmeye başlarsınız. Bu yastan kurtulmak için yolculuk tasarlarsınız. Mekân değiştirirsiniz. Yitirdiğinizden kurtulmak değildir çabanız, onunla başka bir boyutta gene varolabileceğini düşünmek yakanızı bırakmaz. Artık karşılaşamayacağınızı bilseniz de, bozulan düzeniniz, değişen alışkanlıklarınızla her bir şeyin onu hatırlatmasından kurtulmanız çok zor.
Biliyorsun ki, onu “ölümsüz” kılmak için yazmayı seçiyorsun. Onu, ona dair, onunla olabilenleri hatırlayarak yazmak…
Yer yer, bu ani “ölüm”ün nedenlerine sorgulamaya yöneliyorsun. Oradaki kuşkularını bastırmaya çalışıyorsun, ama nafile! Son günden geriye dönüp her ânı gözden geçiriyorsun. Bağlantılar kuruyorsun. Hatırladıklarını bir yere oturtmaya çalışıyorsun. Gene de ona yakıştıramıyorsun hiçbirini.
Ölmek için bir neden, hatta birçok neden yarattığını biliyorsun artık. Bunlarının hiçbirinin kabul edilebilirliği yok sana göre. O nedenle bu terkedişine, gidişine katılmayacaksın.
Onun iyice sağırlaştığı, hatta görmediği ânları düşünmekten yana da değilsin. O nedenle, daha da “iç-anlatı” diyebileceğin şeyleri yazmak için yeni, özel bir defter açıyorsun. Mega Basım’dan sana gelen, “009’lu defter”i açıyorsun, konu olarak seçilen at imgesinin bulunduğu sayfaların karşısına yazmaya karar veriyorsun. Bir tür “saklı günlük”… Kimsenin okuyamayacağı, ancak senin ölümünden sonra okunması kaydını düştüğün anlatı aslında.
Atları ikiniz de severdiniz.
Ona aşkınızın başladığı günlerden bugünü yazdığın defterlerin (mektuplar hariç) sayısı elliyi bulmuştu. Ona dair notların/fotoğraflar ise iki ayrı kutuda yer alıyor. Hastalık bilgileri, raporları, yolculuk biletleri, müze giriş bilet ve broşürleri…
Her biri hüzün veriyor. Şu ân hiçbirinin yanına yaklaşmak istemiyorsun. Onu içinde yaşatabilmek için ayakta durman gerekiyor.
Onu sende “başka”, “ayrıcalıklı” kılanın ne olduğunu işte o günlükte anlatacaksın. Onun ölümü aslında senin de ölümündü. Gene de ayakta durmaya, bunu yasa dönüştürmemeye çaba gösteriyorsun.
Bırakıp gittiği evin biraz ötesindesin.
Ama sokağından geçmiyorsun. Evi görmemeye, bahçeye bakmamaya özen gösteriyorsun. Bunun hastalıklı bir durum olmadığına kendini alıştırmaya çalışıyorsun. Çaban onu unutmak değil, acını bir nebze sağaltarak içinde yaşatmak. O nedenle iki fotoğrafı çalışma masanın karşısında, kızlarınızla fotoğrafı da kütüphanede tam karşında. Onlarla, burada bir mabette gibisin.
Geldiğin, yaşama başladığınız bu yer onunla güzeldi. Duyuların onunla açılıp kanatlanıyordu. Her günün anlamını birlikte karşılıyor, birbirinize taşıyordunuz adeta.
İnatçı yanının onu örselediğini biliyordun. Şimdi nelerle asıl mücadele ettiğini daha iyi görebiliyorsun. Yansıttığı kıskançlık halleri öldürücüydü. Bunun sarsıntısından kurtulman günlerini alıyor, çalışma masanla arana mesafeler koyuyordu. O deni içyıkıntısından sıyrılabilmek için gene yazmaya dönüyordun.
Onun kilitlendiği zamanlar kopuş ânlarınızdı. İyileştirici bir dili seçmen nafileydi. İşte “öldürücü hastalık” öylesi bir karanlıkta gelip aranıza girmişti.
Çöküntü sonrası yaşanan duygu erimesi adım adım kopuşu hazırlıyordu. İçinizdeki burukluk ister istemiz gündelik hayatınızın her alanına yansıyordu. Orada olma/olamama hali… heli o kendini kaybediş sanrısının yaşandığı gün tam bir dönüm noktasıydı ikiniz için de. İtildiğiniz yalnızlığın kuytu köşelerindeki her bir şey tek tek ortaya çıkıyordu.
Kurduğunuz hayatın ne’liğini sorgulamaya başlamıştınız çoktan. Bir anda yaşama düzeninizi altüst edecek kararlara yönelmeniz ise işte o “ölüm”ü getirmişti.
Şimdi, “Yüzüm Özleminle Solacak” adını verdiğin anlatının yeni bir bölümünü yazmaya artık yönelebilirsin…
edebiyathaber.net (4 Haziran 2024)