Renklerin bu kadar uyumlu, nesnelerin birbirini tümleyen ahenginin bu denli etkileyici olabileceğini düşünmemiştim.
Uzun yolların yolcusuydum.
Yönümü döndüğüm yerin tarifini almadan yola düşmüştüm bu kez. Aklımda bir göl, bir dağ, bir de yer adı vardı.
Bayırları aşıp, kavşaklardan geçip ağaçlı bir yola kendimi düşürmüştüm. İpince çizgi gibi uzuyordu yol. Bir yerde nefes alıp tren yolunu andıran bu yolun ucunun nereye çıktığını sorabileceğim bir mekân arıyordu bakışlarım. Gözümü alan yemyeşil görüntünün arasından karşıma çıkan iki katlı bir yapının cephesindeki renkler, vitrinin albenili duruşu, çivit mavisi üzerine “Tırtıl: Garden&Coffee Shop” yazılı o güzelim tabela beni durdurmuştu. Aracımı yavaşlatıp o çok özel görüntüye bakışlarımı verince gülen bir yüz karşıma çıkmıştı. Adeta “çığlık çığlığa” bir ses…
Beklenen “konuk” gelmişti demek!
Bu Bahar’ın sesiydi…
Ve o mekâna adımımı attığımda, bir ânda bambaşka bir dünyaya kanatlandığımı hissettim. Rüya aleminde bile göremeyeceğiniz rengarenk bir dünya ile karşılaşınca duralamış, şaşkınlığımı sözlere dökmeden o yerin gözlerine gözlerimi vermiştim. Beni alıp gezindirmeye başlamıştı bile.
Bu yeri betimleyebilmek için 19. Yüzyıl romancısı olmak gerekiyordu. Ama gerek yoktu, her renk başka rengin aurasını açıyor, her nesne bir başkasına ruhunuzu taşıyor, her eşyada biraz kendinizi görüyordunuz. Böylesi bir uyumu, birbirine ağıp duran ahengi hangi bakış biraraya getirmiş diye düşünmeden edemiyordunuz. Ama acelemiz yoktu. Duygularımı dindirip mekânı yeniden yeniden zihnimde çizebilecek bakış ödünç alıyorum bu yerin gözlerinden.
Bahar, sabırla bizi baş başa bırakıyor.
Masada karşıma Oğuz Atay çıkıyor. Beride, biraz sonra ondan öyküsünü dinleyeceğim sarımsı dolapta gözüme ilişen klasiklerin “ilk maaş”la alınan kitaplar olduğunu zihnime kazıyorum. Tek tek gözden geçiriyorum bunlara. Aşinası olduğum romanlar, beni bana taşıyor bir ânda.
Bu yere bakıp geçip gidemezsiniz. Ancak yaşanır, diyorum içimden.
İnsanın bir yeri bu denli kurup güzelleştirebileceği bilincini hatırlatıyor her bir şey. İçimdeki ses, buna itiraz ediyor: Hayır, herkesin harcı değil!
Peki neydi öyleyse “Tırtıl”ı bu denli güzelleştiren?
Sabırla koruk helva olur derlerdi! Çıktığım üst kattan girişe, oradan zemine indim.
Bahar, bir bahçenin nasıl kurulup büyüdüğünü anlatmak istercesine tutup beni taş merdivenlerden “arka bahçe”ye indirdi. Solda, Renoir’ın atölyesini çağrıştıran bir camlı mabet…
O ilk adımla ağaçların, çiçeklerin, bitkilerin tek tek öyküsünü dinleyerek yol alıyoruz Bahar’la.
Ardıç ağacının beni bu denli kendine tutulu kılabileceğini düşünemezdim! Bir ânda çocukluğuma kavuşmuşum gibi oldum. O günlerimin üç ağacı vardı: Ardıç, iğde, huş…Öylesine narindirler ki, ve öylesine güzel, anlamlı..hatta kokulu demem gerek…
Gözlerim nemlendi bu kavuşmada. Ceviz ağacının büyüme öyküsüne değindi Bahar…Sarı kantaronların önünde duraladık bir süre. Kokusu baş döndürücüydü… Sonra adını bilmediğim birdolu çiçekten, bitkiden söz etti…
Bir bahçe nasıl kurulur, insan kendini bir yere nasıl adayabilir’i gördüm bu “arka bahçe”de…
Yaşama sevincini arttıran bir bakış vardı bu yerin gözlerinde üstelik.
Size, kolaylığa, basitliğe teslim olmayın diyen bir bakış vardı orada. Aşkla, aşkınlıkla yapılabilenin güzelliği…
Paolo Sorrentino “Gençlik” filminde, kolayın aynı zamanda hastalık olduğundan söz ediyordu. Zoru seçen buna teslim olmayandı.
“Tırtıl”ın gözlerinde gördüğüm de buydu aslında.
Beni gelip orada durduran bu bakışın hikâyesini yazmaya karar veriyorum Rebecca Solnit’in şu sözleriyle karşılaştığımda:
“Senin hikâyen ne? Her şey anlatışa dahil. Hikâyeler pusulalardır ve mimarlıktır; onlarla yön buluruz, tapınaklarımızı, hapishanelerimizi yaparız onlardan. Hikâyesiz olmak, arktik tundralara veya buz denizine kadar her yöne uzanan bir dünyanın enginliğinde kaybolmaktır. Birilerini sevmek, kendini onların yerine koyabilmektir deriz, yani kendini onların hikâyesine yerleştirmek ya da onların hikâyesini kendine nasıl anlatacağını bulup çıkarmak.” (*)
Eğer, Sapanca’ya yolunuzu düşürürseniz, “Tırtıl”a uğrayın. Oranın hikâyesini merak edin. O yerin gözlerine gözlerine bakın; kendinizi arayın, aşkınızı görün…Kolaylıklardan nasıl vazgeçeceğinizi, zoru neden seçmeniz gerektiğini bir kez daha hatırlamayı deneyin derim…
(*) Yakındaki Uzak, Rebecca Solnit; Çev.: Müge Karahan-Mehmet Öznur, 2015, Encore Kitap, 264 s.
edebiyathaber.net (11 Haziran 2024)