107./ Yazarken
Algım her şeye açıktır yazarken. Kendimi sonsuz bir görme yolculuğunda hissederim. Orada sesler, renkler, nesneler vardır ilkten; sonra sözcükler. Yazıyorsam eğer zihnimden geçenler yeni çağrışımları getirir bana; ve birer resim olarak bilincimde yer ederler sıra sıra. Ve ben de onlara bakarak, onları hissederek yazarım. Yazdıkça dizimlenir, biçimlenir yazılan.
Örnek: Biraz önce “Hissizleştiren”i yazdım. Yazdıran; Susan Sontag’ın “Yavrucuk” öyküsünün anlatıcısı üzerine söyledikleri. Yazılan bir arkadaşımın psikiyatra gitme durumu…Ama birebir yaşanalar değil elbette.
108./ Yazara Dönüşmek
Yazmak, çoğalma eylemidir aynı zamanda. İçten dışa dönme, dış dünya algınızla yazarken de bunu yakalayabiliyorsunuz. Yazanın yazı belleği sürekli devinim halindedir. Her bir şeyle ilgilenir. Sürekli yazma duygusu, bilinci sizi yazara dönüştürebilir.
109./ Kendi Alanını Yaratmak
Yazının oyun yanı bir alan belirlemenizi ister sizden. Ne yazacağınızı, nasıl yazabileceğinizi hazırlayıcı yer/ortam/zaman… Bazı türler her yerde/zamanda yazılabilir. Şiir, öykü, deneme öyledir bence. Ama roman bir yere bağlanma, köklenmeyi ister. Yazma eyleminizi sürdürebilir kılmak için kendi “oyun” alanınızı belirlemek gene yazacaklarınıza bağlı.
110./ Başladığım Yerde
“Eğitsel sevgi” diyordu anlatıcı, Hermann Hesse’nin kitap eleştirmenliğine. Öğrenmek yolculuğu öğretmenin de kapılarını açar. Benim yaptığım da bu değil mi? Üstelik kendin için hiç bitmeyen bir eğitimdir bu. Sınıf tekrarının bir çocuk için nasıl aşağılayıcı, özsaygı yitirici olduğunu düşündüm. Thomas Mann ile Hermann Hesse’nin mektuplarına başlarken koca bir dünya açıldı önümde. Şimdi, başladığım yerdeyim!
111./ Yazarken Karşıma Çıkan
Madem ki insanı anlatıyoruz, onun öyküsünü; romanda karşıma sürekli çıkan izlekler:
- Aidiyet,
- Kimlik arayışı,
- Kendi olmak,
- Yersizyurtsuzluk,
- Yaşama tedirginliği,
- Uyumsuzluk,
- Sürekliliği sağlayamama,
- Dışarıda bırakılmış,
- Izdırap çeken yalnız, tuhaf kişi,
- Uyuşmaz biri,
- Tedirgin bir yetersizlik duygusu…
İnsanın dramı… Her gün an ben an yaşadığımız… Bazen tüm bunları düşününce hissizleşiyorum!
“Mümkün olanın gerçekleşmesi için imkânsız olan tekrar tekrar denenmelidir.” (H. Hesse)
112./ Romanı Yazarken
“…üslubu kendine has bir kurmaca…”
Tam da yapmak istediğim bu. Konusunun özgünlüğü, söyleyiş biçimi ve kurgusuyla düşünüp tasarlayıp yol aldığım. “Kimsiz, Kimsesiz” bitince, nicedir gezindirip durduğum “Sana Ad Bulamadım”ı yazmaya yöneldim. Öykü, mektup yazar gibi yazmıyorsunuz elbette. Kapanarak, odaklanarak yazmak… Yazdığım “roman güncesi”nde de bunların izleri var elbette. Üç cümlede romanın neden söz ettiğini yazdım. Ardından, romanın “merkez”inde neyin olacağını dört başlıkta çizimleyerek notladım. “Üslup bilinci” yaratarak yazmak…Romanın sizden istediği de biraz bu. Roman form, bence, çeşitlilik üzerine kurulmalıdır. Sıradan olaylarla zihinsel olaylar sarmalında bir anlatı yazıyorsanız eğer; kendi zaman tanıklığınızı ıskalayamazsınız yazarken…
113./ Nasıl Bir Okursunuz?
Kendi okurluğumdan yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki; Nabokov’un getirdiği o üçlü kategori tanımının dışında bir durumdur.
Nabokov şunu söylüyordu:
“Üç kademe okur vardır: en altta, ‘insani ilgi’yi gözetenler; orta kademede, Hayat ve Hakikat hakkında paketlenmiş düşüncelerin topladığı fikirleri isteyenler; en üstte, üslup peşindeki esas okurlar.”
Kendimi bu anlamda hep “mesafeli”, ama “adanmış okur” olarak görürüm. Bu, içinde her şeyi barındırır. Tutkulu, meraklı olmaktan okurluğa kadar beni götüren bir yoldur üstelik.
114./ Bizi Sıkan/Bağlayan Sözcükler
Bazen bir sözcüğün ardına takılıp gittiğim olur. Onu zihnimde gezindirdiğim gibi defterimi açıp yazarım. Yetinmem, çoğaltırım eklerle, cümlelere taşırım. Sevdiğimden yaparım bunu.
“Usulca”:
“Kederli bakışlarını usulcana indirdi.”
“Usulcana bakıştık.”
“Tren usulcana perona yaklaştı.”
Kimi kez de beni iten, aklıma takıldıkça da yoran sözcükler vardır. Bunlar daha çok okumalarımda karşıma çıkanlardır. Başka yazarların yazdıklarında gözüme ilişen o tür sözcükleri kaydederim. Şu günlerde Ahmet Rasim’i (1864-1932) okuyorum. Yeniden yayıma hazırlanan ilk dönem yapıtlarına göz atarken; onun kurmaca yapıtlarıyla fıkra yazıları arasındaki dilsel ayrımı görmek şaşırttı beni. Örneğin; romanlarında daha ağdalı bir dil kullanırken, düzyazılarında yalın, açık, anlaşılır üslubu öne alması onun dil tutumunu gösteriyor bize. Okurken ondaki dil zenginliği, sözcük çeşitliliği Refik Halit Karay ile Çetin Altan’nın yazdıklarına, dil tutumlarına götürdü beni.
115./ Aşı Almak
Nasıl ki yarattığınız bir karaktere ruh/can verirsiniz, sizi yazma kıyısına getiren yazarlarınız da iyi aşılamayla bunu benliğinize taşımışlardır. Bu anlamda Kaplıcada Son Yaz’ın anlatıcıları öylesi bir duygunun kahramanıdırlar. Yer yer “bilgiç” görünseler de; aslında her biri öylesi aşı aldıklarından başka türlü olamazlar, yani kendileridirler.
115./ Kendi Zamanını Yaratmak
Nobokov’un o düşüncesiyle karşılaşınca (*) hiç de şaşırmadım. Yalnızca öyle düşündüğümden değil; bunun bir adım ötesine geçtiğimden. Roman yazarken yazar/anlatıcı hem kendi zamanını/yerini, hem de coğrafyasını yaratır. O nedenle kendi yaşadığı zaman/yer/coğrafya ötede durur. Baktığı bir resim, görüp geçtiği bir manzaradır en fazla. Aslolanı kendi yarattığı gerçekliktir. Yaratıcılık, düşünce aurası asıl oradadır.
117./ Bir İsim Buldu Diyeler…
Ülkenin gündemine göre yazmak bazen sıkıcı geliyor. Her yeni güne başlarken masamda açık duran not defterlerimden birindeki “Günün Gündemi” sözü ilişir hemen gözüme. Oraya geceden düştüğüm notlar günboyu da sürer. Bu, zaman zaman çalışma seyrimin haritasını da anlatsa; güne dönük bakışımın bir çetelesidir aslında. Özcesi; gündemsiz yaşayamam, yazmam da! İster istemez burada yaşadığımız zamanın da yansımaları vardır. Ama öyle günü hemen kaydetmek değildir bu. Bir ad yazarak gün ve gündem belirlenemiyor…
118./ İkinci Okumada
Bir okur olarak kendinizi asıl ikinci okumada görürsünüz. Nabokov’un bu konuda söyledikleri çok da yerindedir:
“Okumayın, yeniden okuyun. İlkinde okuyarak öğrenin ve kavrayın; ikinci okumada keyfini çıkartın.” Bir yapıttaki üslup ve yapıyı kavrayabilmek için bu tür okumak kaçınılmazdır.
119./ Bir Yere Aşina Olmak
Sanırım insanın köklenmeye, kendine bir aidiyet yaratmaya ihtiyacı var. O nedenle bir yere aşinalık bunu yaratan bir şey. Zihniniz, duygularınız kanatlanıyor adeta. Hele yazmak için ise bu, kaçınılmaz gelir bana.
120./ Peri’niz Nerede?
“Benim perim böyle bir ülkede,” diyordu Nabokov, ormanda kelebeklerin keşfine çıkarken. Bir yerde de şunları söylüyordu; patlamış mısırın nasıl yapıldığı beni ilgilendirmiyor, ben asıl mısırın nasıl yetiştiğiyle ilgiliyim. Evet, yazan biri olarak perinizi arıyorsanız; ormanınıza dönmeli, mısırın nasıl yetiştirildiğini merak etmelisiniz.
121./ Kütüphanem, Kalbimdir!
Bunu varlığımı tanımlamak için söylemiyorum, bir Babil Kulesi inşa edercesine kurduğum kütüphanem benim düşünce nefesim, duygu müzemdir adeta. Öyle ki; orada kendimi bulduğum gibi, kaybederim de. Kütüphanesiz yazarlardan alabileceğim pek bir şey yoktur!
(*) “Sanatçı zamanı ve yeri arkasında bırakır, onları aşar. Her şeyden önce ben, sanatçıyı kültürünün ürünü sayan bu fikri derslerimden çıkarıp atmaya çalışıyorum. Ben çevremden etkilenmediğim gibi, zamandan veya toplumdan da etkilenmem. Gerçek yazarlar bunlardan etkilenmez.” (Vladimir Nabokov’la Konuşmalar, Derleyen: Robert Golla, Çev.: Osman Akınhay, 2018, Agora Kitaplığı, 288 s. )
edebiyathaber.net (13 Ağustos 2024)