Size vedaların tarihini yazabilirim. Kopuşların, bir sürgünden diğerine gidişlerin… Yurtsuzlaşmanın yurtsamak olduğunu da anlatabilirim.
İnsan kendini yersizleştirmeye başladı mı acısı da sürgün veriyor.
Dönüp Eduardo Galeano’yu okuyorum. “Görünmez sürgün, belki en ağır olanıdır,” diyordu. Cesaret isteyen ne varsa tüm bunları hatırlatıyor Galeano.
Kendi yurdunda sürgünde gibi yaşamak…İçte, derinlerde bunu hissetmek… Yan yana gibi göründüğün, aynı dili konuştuğunu sandığın insanlarla aranızdaki mesafeyi düşününce…Birkaç sözcük sonrasında çöl yalnızlığını sana hissettiren bakışlarla yol alınamayacağını görünce; “kendi topraklarında, kendi halkından uzaktasın” sözünü bir kez daha düşüneduruyorsun.
Sana bu yalnızlığı hissettiren iklimi var eden her şeyi sorguluyorsun ister istemez. Gene şunu diyordu Galeano:
“Eğer itilmezse hiçbir diktatör düşmez, etkili darbeler dışırıdan vurulamaz. Ama yalnız ve dayanışmacı mesleğimizle binbir biçimde yardım edebiliriz; olanları duyurarak, olmuşları yeniden ortaya çıkararak ve bu kötü rüzgarlar değiştiğinde olabilecekleri kestirerek.” (*)
Dönüp, Doğu’ya yaptığın bir yolculuğun notlarını gözden geçiriyorsun o sürgünlüğün ikliminde…
…
Karda düş yalnızlıkları…
Kar tümsekleri…
Doğu’ya gittikçe umutsuzluğun çoğalıyor.
Bırakılmışlık, iğretilik her yerde.
“Unutma, eğer denemezsen asla ne kadar yükseğe tırmanabileceğini bilemezsin.”
“Nereye gideceğini bilmiyorsan, hangi yoldan gittiğinin bir önemi yok.”
“Pek çok insan, yaşamının en güzel yıllarını televizyon seyrederek geçirir. Bir kısmıysa yirmisinde ölmüştür ama sekseninde gömülür.”
“Öncelikle kendine ne olacağını söyle, ardından ne yapman gerekiyorsa onu yap.”
Sürüklenen yerleri gördükçe, sorgulamadan edemiyor insan. Okuma kültürünü geliştirmenin ne denli önemli olduğunu gözlüyorsun. Okuma iradesi yaratabilmek, bir dağarcık oluşturabilmek için okullardan başlamak gerek.
“Teldeki Adam” belgeselinden söz ediyorsun bir okulda. Adanmışlıktan, meslek edinebilmenin ne denli önemli olduğundan, başka yerlere gitmenin öneminden… Sonra, Aziz Sancar’ın başarı öyküsüne değiniyorsun, onu Nobel’e götürenin ne olduğundan… Albert Einstein’a sorulan soruya verdiği yanıtı hatırlatıyorsun: “Hayır! Zeki biri değilim; meraklı ve çalışkanım!”
Yetenek/çalışmak; merak/keşif/bilgi…
Bu topraklarda filizlenmiş iki şairden söz ediyorsun: Refik Durbaş, İlhami Çiçek…
Davut Sulari’yi anıyorsun:
“Gönül kalk gidelim sılaya doğru” türküsü dilinden düşmüyor. Ardından “Yar senin derdinden derbeder oldum”un ezgisini mırıldanıyorsun.
Bir öğrencinin sorusu: “Niçin yazıyorsunuz?”
Manganelli vari bir yanıt vermiyorsun elbette:
“Başka bir şey yapamadığım için!”
İçinden, “öfke duyduğum için yazıyorum,” demek geliyor; ama bunu açıklamak çok zaman alacak, biliyorsun. “Başkalarının acısına bakmak için” de diyemiyorsun!
Onlara, “fener tutmak için” deyip, Molla Camî’den bir hikâye anlatmıştın:
“Körün biri karanlık bir gecede elinde fener ve omzunda testi olduğu halde yoluna giderken boşboğazın biri yanına yaklaştı, ey nadan dedi, senin için geceyle gündüz birdir. Karanlıkla aydınlığın senin gözünde bir farkı yokken bu fenerin ne faydası var? Kör güldü: bu fener kendim için değildir. Senin gibi kör kalpli sersemler içindir ki, bana çarpıp testimi kırmasınlar, dedi.”
Sonra da, bundan başka bir anlam çıkarmasınlar diye, sözümü şu meselle tamamladım:
“Cahilin halini cahilden daha iyi kimse bilmez; isterse elimde Ebu Ali Sina (İbnî Sina)dan üstün olsun. Ey gözü açıklıktan dem vuran akıllı, körleri ayıplama; çünkü körler, kendi işlerini başkalarından iyi görürler.”
…
Doğrusu, burada yöneticilerin toplum/sanat/kültür anlayışları “din”/ “milliyetçilik” ekseninde. O da tanımlanmış/bilinmiş bir bilgi/deneyim/birikimden gelmiyor. Konuşunca birtakım düşünceleri dile getiriyorsunuz, şaşkınca dinliyorlar. Hemen hayata geçirecekmiş gibi bir edaya bürünüyorlar. “Yarı okumuş”lar mı desem, tam da kestiremiyorum. Öğrencilere bakınca, karşılarındakilerin duruşunu/durumunu daha iyi anlayabiliyorum.
Halkın, gençlerin eğitimi gibi bir dertleri yok. Çünkü kendileri de eğitimsiz, yetersiz. “Nüfuz” ve “statü” peşinde. Giderek eriyen, hiçleşen bir toplumu görüyorsun.
Melih Cevdet Anday’ın bir düşüncesini hatırlıyorsun:
“Belki de ‘iyilik’ üzerinde hiç durmamak gerekir. Ona inanmak insanı mutsuz kılabilir çünkü.”
“İyilik”ten söz etmek yerine sorular sorarak yol alıyorsun. Doğrulardan bakmaktan yanasın. Kendini yurdunda sürgünde hissetsen de, yaptığın işi ciddiye almaktan başka yolun yok!
(*) Biz Hayır Diyoruz, Eduardo Galeano; Çev.: Bülent Kale, 2008, Metis Yay., 196 s.
edebiyathaber.net (27 Ağustos 2024)