Sözün ardı/önü: 55 Rüya ve İksir | Feridun Andaç

Eylül 3, 2024

Sözün ardı/önü: 55 Rüya ve İksir | Feridun Andaç

Hangi kapıdan geçsem sırlı bakışların çıkıyor karşıma.

Çevirsem yüzümü bulut denizlerine, çoğalıyorsun orada.    

Göze göz zamanları taşıyoruz seninle günün ara yerine. Kayıp bakışın izinde sızımız. Her açı kırılgan, her bakış dokunaklı; ötelenmiş sözlerle yoğun günün her saati.

El değmeden, dokunmadan bir gelecek kuruyoruz anılarımızla. Biriktirdiğimiz ne varsa geride kaldı nasılsa. Yaşanmışlıktır yol aldıran, bilirsin. Biriktirmeden bir ömrün anlamını çıkaramıyorsunuz ortaya. Gene de, sese ses olmak yerine, yaşanana bakmakla ilgiliyiz ikimiz de.

İkinci bir hayatım olduğundan söz ediyorum sana, ikinci zamanımdan. Gözlerim yorgun biliyorum. Yaşadığın kente uzağım; kıyısında durmak, orada özlemek seni, beklemek aramızdaki belirsiz zamanların umudunu yeşertmek orada…                                           

Sonra, tutup anlatmak sana bulutların ötesinde olup biteni.

İçimde avazlanan bir sesle; “Bülbülün kanadı sarı,” diye gamlı bir türküyü söylemeye başlamak…Ki; oradaki tını, geçen zamanın tüm renklerini getirir bir ânda karşıma. Bir bir canlanır yaşanıp geçen mekânın her bir dokusu. Sonra, insan suretleri çıkar karşıma; renkler belirir, başımı döndüren kokularla sarmalanır ruhum.

Düşü düşleğim olur o ses. Gece örtüsünü kapasa da, belleğim kendi ışıltısında yol alır.

O sessiz adsız zamandaki hayatım çok daha canlı, uçkun, çeşitli, çok dilli, çok katmanlıdır.

Hayatın bize soluk aldıran iksiri eğer nefesse; bizi ötelere de taşıyan oysa; duralatan, baktıran, söyleten, sevdiren, seviştiren, gezdiren, yazdıran, bulduran oysa eğer; o karanlık adsız zamana teslim olmanın başka bir nefese geçmek, orada varlığını sürdürmek sağaltıcı gelir bana her zaman.

Söz ettim sana bundan sıklıkla.

Daha dün, uyandığımda, o örtük zamanın içinden geçip geldiğimi anlattım.

Bir ortaçağ kentindeydim…senin müze-ev’inde hiç durmadan gelip giden, gezinen insanlar arasındaydık. Genç  İtalyan âşığın gözleriyle seni kovalıyordu. Yakınında olan bendim; bakan, gören, hisseden, dokunan, seven, anlayan, koruyan…

Her sayfası yazılıp bitmiş bir defterden çıkmamamı, yeni sözler için orada kendime yer açmamı istemiştin.

Bakışları ifrite dönüşen genç adamın gölgesini uzak tutabilmek için senden; avuçlarımla  kapamıştım göğüslerini. Üzerindeki turkuvaz renkli Çin ipeklisi rüzgârın canı olmuş bedenine dolanmıştı. Çıkmıştık seninle kumsala. Sağımızda giderek çoğalan, her adımda karşımıza başka başka renk ve boyutlarda çıkan taş yapılarla örülü kentin  sokaklarına vuruyoruz kendimizi. Issızlık, insansızlık bir yokluk uğultusuna dönüştürüyor sokaklardaki boşluğu. Sonra, ucu açık genişçe bir yoldan kumsala dönüyoruz.

Uçuşan kızıl saçlarında parmak uçlarım.

“Çok dokunuyorsun, yanarsın,” diyorsun.

“Yanmak için buradayım,” sözlerimi kahkahalarla karşılıyorsun.

Çıplak ayaklarınla kumsalda koşuyorsun.

“Hadi, yer seç kendine, herkes kendi mekânını kuracak burada,” diyorsun.

İşaret taşları topluyorum renk renk irili ufaklı.

“Bir ucu açık olmalı,” diye de ekliyorsun.

“Ürkütücüdür suya dönüklük,” diyorum.

“O, özgür kalmamızı sağlar,” derken de, kendine belirlediğin alanı çevreliyorsun.

Anlıyorum ki; duvarlar örmek istiyorsun aramızda. Taşlara sözcükler yazıp kapatıyorum kendi alanımı ben de.

“Görünmezlik, iyidir her zaman…”

“Yani insan istediğinde mi çıkmalı ortaya,” diye yanıtlıyorum seni.

“Biraz öyle..biraz da yaşarken insan kendi iksirini yaratmalı…Bunun için gitmeli, bilmeli gitmesini; devinmeli. Unutma; her azizin bir geçmişi vardır, ve her günahkârın bir geleceği…sözleriyle karşılıyorsun beni gene.

Avutucu bir zamandan geçiyoruz seninle. İkimiz de biliyoruz ki; su aşındıracak kıyıdaki mekânları, bir süre sonra çekip alacak orada bize ait olanları.

Dönüyoruz müze-ev’e…Burada kuşatıcı olan her nesnenin öyküsü olduğunu imliyorsun.

“Öyleyse, yazmalı bunları,” diyorum.

“Yazıcı sensin, nerden başlarsın?”

“Aynalardan…”

“Hah.. hah! Ben olsam en sona bırakırdım onları!”

“Fotoğraflardan…”

“Onlar da eski zamanın dili, ara yerde olmalı…”

“Kitaplardan…”

“Yazılanı yazmak olmaz, gerektiğinde söz edilir ancak…”

“Örtülerden…”

“Ruhu kavramak gerek önce…”

“Kokulardan…”

“Dokunmanın rayihasını  öğrenerek varmalısın oraya…”

“Tatlardan…”

“Bunun için de yemek mekânına adım atmalısın önce…her bir kavanozdaki bitkinin, can iksiri otların dilini ezberlemelisin…”

“Senden…”

“Bana varmak için bütün bu nesneleri anlatının labirenti kılmalısın a çocuk…”

Uyanmak istemediğim bir ânda, gözlerini gözlerime değdirerek taşıdığın alevin varlığını hissediyorum. Ama ondan önce ruhumu sarmalayan lavanta kokun geliyor, kapandığım zamandan çekip çıkarıyor beni.

Anlıyorum ki; bir nefes yaşamaktır iksire dönüşen varlığınla yol almak.

edebiyathaber.net (3 Eylül 2024)

Yorum yapın