Sokaklara yolum düştüğünde kapılara dönerim yüzümü. Geçtiğim her evin kapısını merakla gözlerim. Renkleri, biçimleri, duvarlara yansıyan görünümleri evin, bir mekânın her türle hallerini anlatır bana. Ben öyle sanırım!
Sanmamın ötesinde her kapı yalnızca eve giriş/çıkışlar için değil insana dair birçok şeyi de hatırlattığı içindir belki de benim bu merakım.
Kapı önleri, kapı eşikleri, kapı tokmakları…Ve açılan bir kapıdan ilk girilen avlu, geçilen koridor… Sonra, o eski evlerde arka bahçelere açılan kapılar…Kiler kapıları, gizemli duran misafir odası kapıları… Sonra, dinlediğimiz masallardaki kırk kapı imgesi. Ki, beni hâlâ heyecanlandıran da budur. Oralara dönük soru dolu düşsel yolculuklar…
Her kapı öyle midir?
Hele günümüzdeki kapıları düşününce…
Kadim kentlerin kapılarını hatırlamadan edemem. Çocukluk kentimin iç kapıları çıkıyordu karşıma ilkten: Tebriz Kapısı, Erzincan Kapısı, Gürcü Kapısı, İstanbul Kapısı…Ama hatırladığım diğer kapıları da vardı: Karskapı, Gümrükkapı, Kilisekapı, Kavakkapı, Yenikapı…
Özellikle kale kentlerin iç/dış kapıları anılmaya/anlatılmaya değerdir.
Kadim bir kente yolunuzu düşürdüğünüzde mutlaka kapılarını arar bakışlarınız.
Tarsus’un sokaklarında geziniyordum. Bir kenttir benim gözümde Tarsus. Hem de öyle böyle değil, kadim bir kent. Tarihi, mitolojisi, birçok hikâyesi olana kent…
Çok da bilmediğim bir kent!
Öyle de olsa, benim için keşfetme duygumu körükleyen yanını görmem; ilkten beni kentin eski sokaklarını adımlamaya yönetti. Bu kez elimde ne bir harita, ne de bir kente dair yazılı metin vardı. Gördükçe adlandırıp, hissettikçe kendimce kente dair öyküler yazacaktım zihnimde.
Yaşar Kemal, öyle derdi: Bak arkadaş, kâğıda kaleme hemen sarılma. Gez, gör, gözle, hisset; ve de otur işte o zaman yaz.
Bir de onun şu “zihninde gezindirme” sözüne sadık kalmışımdır.
Bilirim ki, yazmak zihinsel bir edimdir.
Kentin sokaklarına kendimi verdiğimde gözüm bakışım hep kapılardaydı. Her kilit terk edilmişliği, hüznü, kederi, gidip dönememeyi, bırakılmışlığı hatırlatırdı. Hele solgun, bitkin haldeki kapılar ise bir daha hiç mi hiç dönememeyi belleğimize kazırdı.
Anadolu göç yurdu. Gezmeye görmeye yazmaya başladığınızda ne çok öykü gelip buluyordu sizi. Şimdilerde ise savaşın kırım kıyım günlerinden kaçıp gelenleri “sığınmacı” / “mülteci” diye adlandırırken, onlara açılan kapıların gölgesinde süren hayatlarına dönüp bakmaya başladığınızda hiç de iç açıcı durumlarla karşılaşmıyordunuz.
Tarsus’ta ilk karşıma çıkanlardan biri de buydu. Sonrası, ıssızlık…O yaman bırakılmışlık, terk edilmişlik duygusu.
Her ne kadar “yeni” inşa edilmeye çalışılsa da; o gidenlerle gelenlerin. Hatta kalanların öyküleri kadim kapıların gerçekliğini bize anlatamıyordu.
Gözlemlediklerimden çıkarsadığım; bekleyenlerin önemli bir bölümü el değiştiren yeni sahiplerin yaşama veya ticaret yeri haline gelmişti.
Çarşının o iki kanatlı geniş kapısından içeri adım attığımda, her bir yerde adeta “kitch” halde üretilmiş birbirinin kopyası Şahmaran resimleri/desenleri/işleri bıktırıcı düzeyde sağa sola serpilmiş durumdaydı. Bir kapıdan diğerine geçince birbirinden çok da farklı olmayan işlerle karşılaşıyordunuz.
Burada, bu yeni kapıların açıldığı yerlerde zamanın durağı yoktu. Ancak siz yazarak/anlatarak bir kentin o duraklarını, kapılarının öykülerini kurabilirdiniz…Ama bir başlama noktası da arıyorsanız eğer gene masallara, anlatılan hikâyelere baş vurmanızı öneririm sevgili okurum.
edebiyathaber.net (8 Ekim 2024)