“Zihin çerçevesi sevdavi olan insan, başka insanların
yargılarına, onların neyi iyi ya da doğru saydıklarına
fazla aldırmaz; bu konuda yalnızca kendi içgörüsüne
güvenir.”
Kant
Dolunay bir çağrı zamanı. Gözlere mil, cana keder, zamana sabır gerek. Gönüle yabancılık kulluk anlamına da gelmez her zaman; çünkü aşındırıyor her yakın bakış ruhun alevini.
Gözlerim eriyor bu gece Kant’ı okumaktan. Bilici bir göz sözcüklerini yineleyip duruyor: “Hesaplaşmam henüz bitmedi!”
İçimizin “12 Eylül”ü şimdi mi başlıyor yoksa?!
İndirgeyicilik yeni çağın söylemi. Hatırlayan değil, hatırlatan bir bakışa sarılmak bir de.
Graham Fuller konuşuyor bir başka kıyıda: “Türkiye’de daha çok sol hareket görmek isterdim. Çünkü bence en büyük ihtiyaç bu.”
Ötede “kusursuz cinayet”ten söz ediyordu gazeteler:
“Ekipte mühendis yoktu. ‘Tamir edemeyiz’ dediler ama zorla gönderildiler. Arızalı hat göletteydi. 5 kişi deniz bisikletine binmek zorunda kaldı. Bisiklet alabora oldu. Buzlara tutundular ve korkunç bekleyiş başladı. İlk ekip gölete bir saat, helikopter 1.5 saat sonra gelebildi. Ama artık geçti….”
Jean Baudrillard ise “kusursuz cinayet”i şöyle tanımlıyordu:
“Eğer dış görünüşler olmasaydı, dünya kusursuz bir cinayet, daha açık bir deyişle katilsiz, kurbansız ve nedensiz bir cinayet olurdu. İpuçları bulunmayacağı için gerçeği sonsuza değin ortadan kaldırılmış ve gizi de hiçbir zaman aydınlanmayacak bir cinayet.”
Bu çağda her zaman yakın olduğumuz bir şeydir bu türden cinayetler…katilsiz, kurbansız…
Şimdi daha da çok katil var aramızda. Her gün binbir cinayet işleniyor.
Dönüyor gözlerim gecenin dolunayına…Yakarırcasına bir dile tutunmuş anlatıyor işlediği cinayeti kendince. Farkında değil zamanın döndüğünü, ki yazmıştın da şunları bir yere:
Sen yoktun oysa…Hayaldin, surettin, imgeydin…Gülüşlerle saklı muammaydın, sırdın…Giden bakıştın, görünüp yiten göz, her yerdeki iz…Bigâneydin…İkilikler kapısındaydın…Ne eşikte ne de geçitteydin…Oyundun belki, sözdün biraz. Oysa ben seni nefes gibi almıştım dem dem…Sanmıştım ki; güldün gülnazdın duyguydun, duyarlıydın hem…yalandın, yabandın, eldin…Mânâ sanmıştım! Zâhirdin güne geceye…Geçen gölgeydin, yağan yağmur…Biraz Şems’tin ötemde,biraz Mevlânâ’nın duygusunun sureti…Dönüp baktığım her yerdeydin. Can ılgınıydın, yerle göğü buluşturandın. Kavuşmaktın, beklenmeyen sözdün kimi kez. Sûrettin belki de. Görünüp yok olan. Çağıran sestin…Bir yanın cennet, diğer yanın cehennemdi. Avunçtun, kederdin, sevinçtin…İşte bundandır, bilirim ki; susmak incitir bazen en az konuşmak kadar.
Aşındır beni gözlerim sevgisizliğinle. De ki üstelik biri ayna tuttu bana, gördüm içimi…Şimdi çekildim Hades’in ülkesine. Sen, Demeter olamayacağına göre, karanlıktır her yanın dolunayda gezinsen de…
Kötülük kol geziyor her yerde…Yapaylıkla eş bir yarışta hatta. “Ezeli özgürlük” diyerek tutunduğumuz her şey yapay aklın ürünü aslında. Duygularımız da bu çağda ona ayarlı…
“Duygulandırmayan kişi yavandır,” dese de Kant; yavanlık çağımızın albenisi… Durmaksızın yufka yürekli aylaklar üretiyoruz kentlerin her bir köşesinde. Söz de dil de iş uğraş da sevmek ölmek de bu aylaklıkların hanesinde…
Ölümü kutsamak gerek bazen, ama öldürmeyi değil.
Eğer ki bir gönül berduşunun dilinde oyuncak olmaksa kaderi sevginin, gitmeli…En uzaklara, hatta Hades’in ülkesine göçmeli…Bilmeli ki her yeni zaman yeni bir dilin doğuşunu muştular.
Bir kıssa öyleyse Kant’ın, İngiliz gezgin Jonas Hanway’den aktardığı:
Nadir Şah gece çadırında suikastçıların saldırısına uğradığında, birkaç darbe aldıktan sonra, kendisini çaresizlik içinde savunurken, “Merhamet! Hepinizi bağışlayacağım,” diye bağırmış. İçlerinden biri, hançerini kaldırırken “Sen merhamet göstermedin, merhamet istemeye hakkın yok” yanıtını vermiş…
_____
(*) Hades: Yeraltındaki ölüler ülkesinin tanrısı.