1./ Hatırlanan Bir Zamandan
Arnavutköy’den her geçtiğimde, yavaşlar adımlarım.
Dönüp Boğaziçi’nin bu en dar yerinden akıntıyı seyretmek yerine; dar ince uzun bir yolun beni çekip götürdüğü bir eve düşer aklım.
O ev…
Ve o evde anılarının mabedini simgeleyen bir salonda karşılıklı oturup saatlerce söyleştiğim bir insanı düşünürüm hep.
Yıllar yıllar önce, karşısına geçip onunla konuşmaya başladığımda; geçen zamanın ruhunun onun belleğinde nasıl canlandığını, nasıl kanatlanıp, duygulanıp dile geldiğini hatırlarım.
İşte yanıbaşımızda duran, nice ezgilerin/seslerin/duruşların gamını taşıyan tamburun tellerine dokunurcasına gözlerimizde o yüce gönüllü insanın sesine uzanmak istiyoruz bir anda.
“Acaba dinlesek, üzülür müsünüz Şehime Hanım?”
“Aman çocuğum ne demek o; ben zaten her gün, her anımı onunla yaşıyorum, bu ev onu anlatmıyor mu?”
Evet, o ev; o vakur duruş; o buruk yalnızlık anlatıyordu Şehime Erton’un Münir Nurettin Selçuk’a olan aşkını.
Ona gittiğimde Timur Selçuk’u konuşacaktık. Konuştuk da, saatlerce hem de.
Sözcüklerin tınısını hissettirerek konuşurdu Şehime Hanım. Bir an, onu, duyguda hiç kopmadığı tiyatro sahnesinde hissederdiniz. Giyimi, kuşamı, özenlice hali, birazdan:
“Şehime Hanım, sahne hazır,” diyen bir sese kulak verircesine eda ile konuşurdu sizinle. Şöyle demişti bana, o sohbetlerimizden birinde:
“Özür dilerim. Ben sanatta hiçbir vakit tevazu tanımam. Oğlumun konserlerine de daima san’atkâr bir dinleyici olarak gittim. Ayakta alkışladım. Fakat bu ayağa kalkışım, sahnedeki san’atkâra ve yaptığı eserleredir, oğluma değil. Tebrik ettikleri zaman, kendime gelir, sahi ben Timur Selçuk’un annesiyim derim. Münir Nurettin Selçuk da oğlunu dinlerken aynı mutluluğu yaşardı.”
Onu bana hatırlatan bu sokaktan geçmeyeli, eve uğramayalı nice zaman olmuştu.
En son uğradığımda gene Münir Nurettin’i, oğulları Timur ile Selim Selçuk’u konuşmuştuk.
O gün gene hazırlanmıştı…Sevdiğim üzümlü kekten, tarçınlı kurabiyelerden aldırmıştı.
Demiştim ki:
“Ah! Şehime Hanım, bir günü uzunca bir günün zamanı yapsak; birkaç günü sığdırsak da siz daha çok anlatsanız…”
Gülümsemiş; “Çocuğum,” demiş eklemişti: “Anlatırım anlatmasına da; yazılası değil, yaşanası bir hayattı benimkisi…Öyle ortalarda olmadık hiç. Hep dik yaşadık…”
Anlamıştı, bu hayatın ne çok anlatılacak, gelecek kuşaklara taşınacak boyutlarının olduğunu…
“Anlatırım, ama siz yazmayın. Severim sizi. Timur’un sevdiği, gönlünü açtığı benim de gönlümün bir tanesidir,” demiş, anlatmıştı da Münir Nurettin Selçuk’la yıllarca süren sevda dolu yolculuğunu…
“İşte o aşkın meyveleridir Timur ile Selim,” deyişi kulaklarımdadır.
Sessiz sedasız ayrıldı aramızdan Şehime Hanım. Şehir Tiyatroları’nın bu parıltılı sanatçısı, Timur ile Selim Selçuk’un annesi, Münir Nurettin Selçuk’un biricik aşkı bir soğuk Aralık günü göçtü bu dünyadan. Duyduğumda, bir hüzzam şarkı vardı dilimde:
“Sesinde şarkısı aşkın,
Figan olup gidiyor.
Bahara ermedi mevsim,
Hazan olup gidiyor.”
Ama ben, o gün, bir gün boyu hep Şehime Hanım’ı düşündüm. Onun bana anlattığı buruklukları, sevinçleri ve gönlünün kırgınlığındaki zamanı; ona ait o “mücevher zaman”ı yazmak istedim.
Döndüm not defterlerime baktım.
Bir gün, gün elverse de; onun bu tutkulu/duygulu yaşam yolculuğunu yazabilsem dedim kendime.
Bilirim ki; anlattıklarının bende kalmasını isterdi Şehime Hanım.
Ama bu “büyük hayat”tan esinlenerek insanlara aşkın/sevdanın/bağlanmanın/sadakatın/tutkunun ve yaratıcılığın ne anlama gelebileceğini gösteren bir öyküyü, buruk bir öyküyü yazıp aktarmamı da çok isterdi. Hatta bunun “yeni çağ insanı” için gerekliliğine de inanırdı Şehime Hanım.
Çünkü, o bilirdi; eksilerek yaşamanın ne olduğunu; çok iyi anlardı tutkulu bir hayatın ruhu nasıl zenginleştirebileceğini.
Şimdi, onun beni döndürdüğü zamanın ezgilerindeyim:
“Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın,
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın,
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı,
Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın.”
2./Sözü Yakalamak
“Sözcüklerin bilinci”ni düşünüyorum..bizi yakan, yakalayan zamanlardaki anlamını…
Karanlık bir sokaktan geçiyor gibi hissediyorum kendimi..Oysa bahar güneşi var her sokak başında. Gürül gürül akıyor hayat…
Yanıbaşımdaki masada oturan gençlerin konuşmaları çalınıyor kulağıma. Başka bir zamanın dilini söz diye aralarında kuruyorlar.
“Hiçleşmenin sınırına geldik,” diyorum içimden…
Sokaklarda insanlar… yürüyorlar seslerini yükselterek. İçe çekilen bir zaman ise aramızdaki sözü hissizleştiriyor… sözü yaban kılıyor, yaşadığı yeri anlamayan bir duyarsızlıkla sözü umursamıyor…
Değişiyor, hayır hayır dönüşüyor ülkem…
Dil yurtsuzlaştırılıyor, bayraklar çılgın bir tüketimin ulusal rengi olarak göklere ağıyor…Hiçleşen bir kalabalığın arasından geçerken, Zamyatin’in “İnsan Avcısı” öyküsünün ilk satırlarını hatırlıyordum:
“Yaşamdaki en güzel şey sanrıdır, en güzel şey sanrıdır da aşktır. Aşk gibi, sabaha özgü, bulanık ve duman içindeki Londra sanrılıyordu. Pembemsi bir beyazlığa bürünmüş olan Londra gözleri kapalı yüzer gibi süzülerek gidiyordu –nereye gittiği önemli değildi.”
Sanrılanan bir ülke, sürüklenen hiçlik…Ve sözün gelip dayandığı yer.
Bana yazmanın da artık bir anlam taşımadığını söylüyordu.
Yakalanıp tutuklanan, kazınan, belleklerdeki varlığından korkulan sözün neden bu duruma getirildiğini görmek için, sokağın hiçleşen haline dönüp bakmanızı öneririm sevgili okurum.
Ve size, Canetti’nin şu sözlerini bir kez daha okumak isterim:
“Gerçekte bugün yazar olma hakkından ciddi olarak kuşku duymayan kimse yazar sayılamaz. İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.”
Bugün, yaşadığımız o dünyanın getirildiği durumun bir parçası olan ülkemizin gerçeğinde sözün yakalanması, tutuklanması, belleklerden kazınmak istemesi de bu yöndeki sanrımızı, ağrımızı daha da artırmaktadır.
Dilerim, “söz tükendi”nin kıyısına gelmeyiz.
edebiyathaber.net (29 Ekim 2024)