Bu dili bir yerden tanıyorum. Bu yaban seslenişi. Kanırtan bakışı, kan ve gözyaşına bulanmış duyguyu.
Şimdi, içindeki zehri taşıyan dili unutabilirsin. Yerle göğün buluştuğu kadim kentin izlerini de.
Nerede ne varsa orada diyen o sufice sözü de unut.
İnandırıcı gelmiyor ayinlerin, efsunlu duruşların. Kederi kedere tercih eden olmanın da faydası yok.
Hadi, unut kendini. Nasılsa geceni zifirledin, gününü kuşattın yaban sözlerinle.
Kapandığın yerdeki aldanışlar, hazlı öpüşlerine kanan kim varsa; seni bir “melek” gibi karşıladığına elbette pişman olacak sonra.
Marguerite Yourcenar; “çünkü kurbanına hem bir illet hem bir temayül olarak kendini dayatan mutlak aşk,” diyordu, her dem yazılası. Ama bir şey de vardı ki, her zamanenin aşkı başkaydı.
Yaşanan aşkın aldanışı olmaz mı? Hem de nasıl! Hummalı bakış, yalan söz, kendini mağdur gösteren geçmiş… Avuntu değildi bu, düpedüz kendini çıkış arayışıydı.
Cenneti de cehennemi de yaşatan hummalı dil, savruk söz ve kendini bir celali gibi görme hali.
İnsan gider. Nasıl başladı ise öyle olmalıdır son da. Yani, doğduğu gibi ölmeli de duygu.
İzlerini taşıyorsun alıp yeni kurbanın bakışlarına. Haz ve şehvet bir arada. Yıkıcısın, ama aldıran kim. Tıknefes koşuyor senin yalanlarına. Ezgilediği ne, dile getirdiği hangi derinlik; ne tuhaf değil mi, bir yaşama acemisiyken kendini birden fermansız kılma hali.
Biliyorsun ki, yalan çok yakışıyor sana.
Hoyratsın, kâmil olan anlar bunu.
Şimdi, bir suçortağısın ona. Sevindirik haline gülüp geçemem. Gece gündüz eyleşmelerine de… yalanlarını perdelemelerin yok mu: Mitomani!
Hadi, iyicil bir söz edeyim madem onca hazlanmanın kollarındasın:
“Sen yokken, yüzün evreni dolduracak denli genleşiyor. Hayaletlerin akışkan haline geçiyorsun. Sen buradayken, yüzün koyulaşıyor; en ağır metallerin, iridyumun, cıvanın yoğunluğuna ulaşıyorsun. Bu ağırlık yüreğimin üzerine yıkılınca beni öldürüyor.”
Hadi, itiraf et; özgürleşme adına yola çıktın. Adını da buldun, tam da yalanlarına görelik hali.
“Alkol ayıltıyor. Birkaç yudum konyaktan sonra, artık seni düşünmüyorum.”
Böyle diyor belki de bakışların, kollarındayken zebaninin.
Hadi, bir söz daha anlatıcıdan sana, ama anlayana tabii:
“Yalnızlık… Onların inandığı gibi inanmıyorum, onların yaşadığı gibi yaşamıyorum, onların sevdiği gibi sevmiyorum… Onların öldüğü gibi öleceğim”
Çıkma karşıma sakın, bu yalanların hengâmesine, aldatışlarına tahammülüm yok. Çünkü, bilemezsin; “Mutlu aşk yoktur: Sahip olmadığımıza sahibizdir yalnız. Mutlu aşk yoktur: Sahip olduğumuza sahip değilizdir artık.”
Öyle incitme rüzgârı, bulandırma suyu, ateşe dokunma. Havayı kirletme artık yalanlarınla. Git, bir daha çıkma sözcüklerin karşısına.
Faulkner; “kederi kedere tercih ederim,” demişti. Bense sevinci acıya, inancı sadakata, tutkuyu arzuya…
Tapınırcasına sevmeyi nerden çıkardın sahi, aklından zorun olmalı derler böylelerine. Aldanış aldatışı getirir, tutku da yıkımı.
Bir zamanlar şunu epigraf olarak yazmıştın bir mektubuna:
“Nereye kaçıp gideyim? Dünyayı dolduruyorsun. Senden ancak sendeyken kaçabilirim.”
Rüzgâr döndü, her kedere bir neşe gerek artık biliyorsun. Alışkanlığa dönüşünce bakışlar içkörlük de başlıyor.
Gene açıyorsun kitabını, bir yerinden okumaya başlıyorsun:
“Düşlerimizi hatırlarız: Uykularımızı hatırlamayız. Yalnızca iki kere, içinden akıntıların geçtiği o derinliklere daldım; orada düşlerimiz sulara gömülmüş gerçeklerin enkazından başka bir şey değil.”
Aranızda dönüştürdüğünüz her şey bir düş bahçesi kurmaktı oysa. Ama uyarmıştı sizi günışığı, can tufanına kapılmanın rehavetini atmıştı üzerinize sıradağlar. Vazgeçmiştiniz elem çadırları kurmaktan. Gülhatmiler uç vermişti, yaseminler baygındı, narlar çatlamak üzreydi…
İletkenim dedi, dokunursan seversin dedi, güz yaprağı solar ama ben solmam dedi…
Öyle sandın. Tutup ona şunları yazdın:
“Gözleri kapalı sevmek kör gibi sevmektir. Gözleri açık sevmek, belki deli gibi sevmektir: Delicesine kabullenmektir. Seni deli seviyorum.”
Gene de biliyordun ki; “Acı’yı öğrenmek için aşka ihtiyacımız varmış.”
Sır gibiydi sözleri, dokunuşları da öyle. Sırra kadem bastığı ânlar olurdu. Güne yazılan söz gibi gelir dururdu bakışlarıyla karşında. Bir muammaydı her haliyle. İşte o anlarında, tutup ona şunları söylemek istemiştin:
“Başkası mı? Hayır, canımdan kanımdansın. Kendime acıdığım gibi acıyorum sana.”
Bilirdin ki, gitmeyi seçen ölmeyi de seçer, tükenişi de. Ve ağıtlara gerek yok ardık, bu kaçıncı bozgun.
Şimdi, yalanın şafağında yalnızca bir bakış. Ezbersiz bir hayatın ebabil kuşu, kendi sesinin arayışında sığınaklar yaratan bir meczup belki de!
Biliyorsun ki artık; yazdığın gibi değildi, sevdiğin gibi de değildi. Issızdı her sözü, hummalıydı bakışlarında eda.
“Haykırsaydım, kim duyardı beni melekler katında,” demek yetmiyordu. Gittikçe sararıyordu gözleri, ölümün rengine benziyordu gözleri. Yitik kuş, yaralı benlik, avuntulu söz ona can perdesiydi her zaman. Sense, kadim bir zamanın izindeydin her bir bakışınla.
Çocukluğundan bir şiir gelir yoklar seni, nasıl da ezberindedir:
“Doldur kadehimi Hasan Can! Güneşe
Tutsam derimi, ısıtmıyor. Bu mintan
Kefenden daha soğuk! Versem ateşe
Girit ve Rodos’u, kızoğlankız, civan
Kırk Macarlı odalık, bel, kasık, meme,
Dizsem karşıma, nafile! Ne Çaldıran,
Ne Şam, Mısır, su serpmez yavuz gönlüme,
Bir çeki taşı gibi üstümde Zaman
Ve soyulmuş etimde bin sırtlan anı.
Varın gidin cellâta, vurulsun boynu
Yunus vezirimin! Hasan Can, şarap koy
Ki dönsün fırıl fırıl yer gök ve saray,
Arap, acem mülkü bütün, diyar-ı Rum!
Ayna tut, yüzümü görmek istiyorum!” (*)
Ve dönüp ona şunu okumak istiyorsun:
“Sahip olmak bilmekle aynı şeydir: Kitabı Mukaddes daima haklıdır. Aşk büyücüdür: sırları bilir, su kaynağı arayıcısıdır, pınarları bilir. Kayıtsızlık tek gözlüdür, nefret kördür; yan yana, sendeleyip horgörünün çukuruna yuvarlanırlar. Kayıtsızlık cahildir; aşk bilir; teni heceler. Bir varlığı çıplak seyredebilmek için ondan zevk almak gerekir. İnsanların en vasatının ya da en kötüsünün, yukarıda, Tanrı’nın ebedi fedakarlığını esinlemeye layık olduğunu anlamak için seni sevmem gerekti.” (**)
(*) Oktay Rifat, Mısır Dönüşü”
(**) Alıntılar: Ateşler, Marguerite Yourcenar; Çev.: Sosi Dolanoğlu, 1997, Metis Yay., 114 s.
edebiyathaber.net (12 Kasım 2024)