1./ Unutuşun Kalbinde
Ne yazık ki karanlık bir zihnim yok. Nesneleri, kişileri, olayları, hatta bazı durumları saydamlık içinde görme, algılama, hatta sezinleme yanım var.
Bugün de öyle oldu. Bildiğimi, hadi sezinlediğimi diyelim, gidip yerinde görmek istedim. Anlatırım ya derslerimde; “Kurgu, hakikati gölgeleyen gerçeği de aydınlatır,” diye. Tıpkı öyle olmuştu.
***
Pencerede silüeti beliren adam, iki oda arasında gezinip duruyordu. Ne çabuk benimsemişti. Oysa daha bir iki hafta önce, kadınla sevişen diğer adamın yatağına gelip çökmüştü ansızın.
Kadın, evini birkaç günlüğüne ona bırakıp bir Kuzey ülkesine gitmişti. Yalanlarla yaşamak ona iyi geliyordu. Hele şu mitomanik hâllerini insanlara dayatması yok muydu…
***
Hermann Broch’un “Psikolojik Otobiyografi”sini okuyorsun.
Şu satırlarının altını çiziyorsun:
“Bu kurgulanmış mistik ‘bir ve bütün olma’ hali, ruhsal-düşünsel-bedensel anlamdaki mutlak bir birleşmeyi, karşılıklı bir şekilde ‘kaderin sorumluluğunun üstlenilmesi’ni, ortak bir hayatı ve bu hayatın anlamını içermelidir.” (*)
Bunu ezberinde tutmak yerine, anlara bölünen o yaşanmışlıklara taşınmaşınan hayal kırıklığını düşünmeye yöneliyorsun…
İnsani bir hayat kurmanın zorluğunun bilinçten ruhdaşlıktan geçtiğini görüyorsun bir kez daha. Benlik bölünmesi deyip geçemediğine göre, vicdan duygun “kurtarma mucizesi” yaratmaya da kapatıyor kapılarını…
***
İnsanı öyle kılan neydi sahi?
Yani hemencecik birbirine dolanma hâli… Haz, sanki tanımanın tek ölçüsü. Ve birkaç dilbazlık…Bilmişlikle becermişlik bir arada. Yalnızca “iş” değil, haz da bunu istiyor sizden.
Haz toplumu olmak yıkıcıdır. Sürekli tüketime, değiş-tokuşa çağırır sizi. Bu çağ da bunu istiyor sizden. Öyle tedirgin olmayın.
Arsızlık mı, doyumsuzluk mu, tükenmişliğin getirdiği arayış mı?
***
Sahi, insanı anlamak nereden başlıyor?
Aileden mi, eğitimden mi, sokaktan mı?
Bir toplumu nasıl inşa ederseniz, insanı da öyle biçimlersiniz.
***
Diğer adam gördüğüyle yetindi. Dahası, bildiğini bilmenin, yani gidip yerinde görmenin getirdiği ezinci alıp bir yana bıraktı. Kadın, evini hemencecik açmıştı adama, bir gece içilen içkinin ardından yaşanan hazdan sonra.
“Ama, olur böyle şeyler, hele geceleri ve içki sonrası…” Bunu da pişkince söylemişti. Üstelememiştim. Nasılsa bir gün bir “anlatı” olarak gelip önümde duracaktı.
Şimdi de öyle oldu, bakın yazaduruyorum.
Gelelim kadına.
Günahlarından arınmak için bir yol seçmişti kendine: yarı uhrevi yarı mistik… Başladığı her şeyi yarım bırakan biriydi. Evlilik, aşk, iş, eş, çocuk, uğraş, kitap, yazı, çalgı…Nereye baksanız eksikti, yarımdı, tamamlanmamışlıktı.
Ve sürekli bahaneler, karaçalmalar, kendi yalanlarına inanarak yıkıcı davranmalar… Huyun ötesinde, yaşam felsefesine dönüşmüştü onda.
Buna da, yer yer “gözü karalık” diyorlar. Kendi de besbelli öyle adlandırıyor böylesi hoyratlıklarını.
Bu acıya gerek yoktu. Bak, şimdi geldi anlatının konusu oldu. Onu hiç mi hiç tanıtamam size. Ama bilin ki içinizden biri. Yatağınızda da olabilir, hatta sizinle kavgalı da. Belki de yeni sevgiliniz, ya da kaçıp gideniniz…
Neden olmasın? Bir seçki yapsanız çeşit çeşit bulabilirsiniz onlardan, tanrım ne çoklar!
Peki, şimdi diyeceksiniz ki, acı bunun neresinde?
Ve acı, gerçekten yaratıcı mıdır?
2./ “Başka Ses”
Roman yazarken hep bir “başka ses”e gereksinme duyarsınız. Şimdilerde sürdürdüğüm bir anlatının kuruluşunu biçimleyen o ses, aslında bildik bir sesti. Gene de kurucu olarak hikâyesini ona verirken ister istemez “ben-anlatıcı”nın iradesine bıraktım yaşananları, hatırlananları. Ama unutulanları, hatta görmezden gelinenleri ise yan kişilerin anlatması gerekiyordu.
İşte orada, asıl anlatıcı olarak kendi “karanlık yanım” devreye girdi. Onca yaşanmışlığa tanıklık eden, görüp okuyup eyleyen “ben”im de bir şeyleri aydınlatmam gerekiyordu.
3./ “Karanlık Adam”
Kadın, “Karanlık adamsın” demişti Adam’a. Bunlardan çok da bihaberdi. Kendi sanrılarının derdindeydi ihtimal. Yola çıkmışlardı birlikte. Sözüm ona güzelleştireceklerdi yaşamlarını. Yaşama oburluğu tüketen bir şeydi, bunu az çok biliyordu Adam.
Kadın ise sevmeyi, örselemek sanıyordu. Ve ötede, sürekli mitomanik hikâyeler uyduruyordu. Bu da bir anlatı hüneriydi aslında. Ama yıkıcı, karalayıcı. Oysa yazmak böyle bir şey değildi. İnsana dokunmanız, anlamanız gerekirdi. Hatta insanı sevmeniz…
4./ Yeni Baştan
Adam’ın her gün gece gündüz sözcüklerle uğraşmasından sıkılmıştı Kadın. Kurduğu dünyalar, anlattığı hikâyeler ona göre değildi. İyi insan olmanın iyi okurlukla bağını bilemezdi. Daha başka şeyleri de. Yalanlarıyla yaşayıp, aldatmalarıyla avunuyordu. Şimdi kendi göğünde şüphesiz ki yalnız!
Haz dediği şeyin ise ânlık bir sürükleniş olduğunun çok da farkında değil eminim! İnsan “kurban”ını başka nasıl seçebilir ki?!
“Manik olma” halini ilk bakışta asla göremezsiniz ki!
5./ Ruh Kamaşması
Önce “ruh zenginliği”ni yazmıştın romanda. Bunsuz bir insan yavandır, demiştin. Ah Kant, her yerde çıkıyordu karşına. Ne gerek var buna demeden, okuyordun onu. İnsanı gösteriyordu size, hele o ruh kamaşmalarını, içkörlüklerini…Sonra savrulmaları, biçarelikleri, kendinden geçişleri…
Ne demişti Adorno:
“Yanlış hayat, doğru yaşanmaz!”
Eğer yaşanacaksa “yeniden doğuş”, birbirine yetişebilecek iki insan karşılaşmalıdır. Güne ancak öyle kavuşabilirsiniz…
(*) Psikolojik Otobiyografi, Hermann Broch; Çev.:Saliha Yeniyol Kerkhoff, İthaki Yay., 2013, 151 s.
edebiyathaber.net (19 Kasım 2024)