Değer bilmezliğin ölümcül sanrısını yaşatan birinin ardından yas tutmak niye? Farz et ki bir kesik bıraktı, hafif hafif kanayacak; sonra yara kabuk bağlayacak. Hepsi bu!
Sen baktıkça, dokundukça veya gözüne iliştikçe bir süre hatırlayacaksın, o kadar. Oysa o, bu kanırtmayı hep ruhunda hissedecek, çünkü kurtuluşu olmayan yaralarla yaşıyor.
Kör Baykuş’un o giriş cümlesi geliyor aklına:
“Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.”
Sözü alıp başka yerlere taşımak istemiyorsun. Birlikte yaşadığınız anafor, kuşkusuz onu da örseledi. Ve o ne kadar örselendiyseseni de o kadar örseledi. Sonra da bir uçuruma gider gibi gitti. Oysa bedenindeki o akut durumların doğurduğu sonuçların, yarın başka başka yerlerde nüksedebileceği şeyleri de göz ardı etmişti… Yeni bir hayat, yeni bir insan…Öyle ki, “asla” dediği yerde değil şimdi. Bu da güven duymamama hâlinin doğruluğunu kanıtlıyor sanki! Hep kaybetme duygusunu sana yaşattığını hatırlamana bile gerek yok.
Sürekli depresyon hâli, hatta anksiyete durumu, daha ilk ânda gözleyebildiklerindi. Ve durdurulamayan bir “kafa” vardı. Sürekli kuran, kendince hikâyeler uyduran. Hatta bazen ürktüğün ânlar bile olmuştu: İntihar eğilimi var mı diye!
Evet giderek kronikleşen sağlık durumunun yaşattığı açmazların bedelini ödüyordun sen de.
Adını özenle seçtiğiniz, bir ağacın adını verdiğiniz “ev”, kurmaya başladığınız bahçe…Şimdi, hemen olsun diyen bir telaşı vardı. Ağaçlar tutmalı, çiçekler açmalı, yemişler olmalı… Ama gerçek hayatta yoktu öyle bir şey, her bir şeyin mevsimi, bir vakti vardı.
Bu telaş niye dediğinde ise kaygıları, tepkileri başlıyordu.
Anlıyordun ki, “mutlu olmak” ona göre değildi, mutlu etmek de!
Uyumakta zorlandığı ânlarda da korku dağları bekliyordu senin için. Bu kez sen de uykuya vermiyordun kendini. “Başımıza ne gelir,” kaygısındaydın.
Bir gün seni boğazlaması, çalışma masanı dağıtması bir göstergeydi aslında. Bu öyle izah edilebilecek bir saldırganlık değildi. Biliyordun ki, sonrasında haz gelecek. Nitekim, öyle de olmuştu. Adeta sanrılı birinin kobayına dönüşmüştün.
Okumakta olduğun ve psikolog David Levari’nin çalışmalarına gönderi yapılan kitapta karşına şu cümle çıkıyordu: “Levari kısa bir süre önce, insan beyninin sorunları azaldığında ya da yok olduğunda bile onları aramaya devam edip etmediğini araştırmak üzere bir dizi çalışma yürüttü.” (*)
Evet, işte yanı başındakinde de siyah ya da beyaz yoktu, grinin her türlü tonu vardı.
Hiç de kayda değer olmayan şeyleri büyüterek sorun yaratması… Aslında biliyordun ki, sorun çıkarmak için değil, öyle algıladığı ve bunun kendince “doğru” olduğunu düşündüğü için saplantılı biçimde bunun üzerinde ısrar ediyordu. Hayır, gördüğün renk beyaz değil desen de bundaki ısrarı hep bu yüzdendi…
Onunla hep bir “eşik”te bekliyordun ve bu tedirgin edici bir durumdu.
İyi koşulların onu daha iyi yapacağı gibi bir kesinlik yoktu. Çünkü sürekli bunlardan şikâyet etmesi, sorun çıkarması çok kolaydı. Bir böcek, bir leke, bir sızıntı bile yeterdi…Çatının bilmem ne demirinin pas tutması bile sorundu, uykularını kaçıracak kadar.
Levari’nin tespitleri ilgini çekiyor, okumaya devam ediyorsun. Onu sana açıklıyor adeta:
“Bu, muhtemelen insan psikolojisinin temel bir yönüdür,” diyor Levari ve şunu ekliyordu: “İnsanlar bu göreceli yargılarda bulunmaya devam ettikçe, kendilerini aynı şeylerden eskisine kıyasla daha az tatmin olmuş buluyorlar.”
Bir önemli yan da şuydu sanki: Belirsizlik!
Bunu da hiç konuşamama hâli…
Sıklıkla yinelediğin Adorno’nun sözü geliyordu aklına:
“Yanlış hayat doğru yaşanmaz.”
O karşılaşma anına dönmen en iyisi…
Kıyısız Zaman
İnsan biriktirmek yerine, “insan kazanmak” derim. Eğer ki dostluk aşınız tutmuşsa, size tek bir insan bile yeterlidir.
Evet, önce dost olabilmek, her şeyi konuşup paylaşabilmektir önemli olan.
İnsan denen muammanın anlaşılabilmesi için öylesi bir yakınlık kaçınılmaz gelir bana. Hayatı savunma biçimimizi belirleyen de biraz budur kanımca!
Bir kıyıda durmak yerine, insana gitmek…
Aslında, biliyorum, zor olandan söz ediyorum. Sokaktan birini çevirip, “hadi gidelim” demezsiniz. İnsana gitmenin, bence, aşamaları vardır. Eğer ki hazla başlıyorsanız, en büyük yanılgınızı öne alıyorsunuzdur.
Size iyi gelebilen hangi yanı var, öncelikle ona bakmanızı öneririm.
Benden Bu Kadar filmini hatırlarım bu sözü edince. Jack Nicholson’ın başrolünü oynadığı, o tek cümlesi için bile izlenebilecek filmi:
“Bana iyi geliyorsunuz!”
Ötesi yok.
“Neden beni sorup ediyorsunuz?”
“Çünkü, bana iyi geliyorsunuz.”
O iyi gelme hâline, bir ömür verilebilir.
İşte o zaman ne avcı’sınız, ne de bir av. Hele “kurban” hiç değilsinizdir.
Saflık, duruluk vardır orada. İnsanın insana gitmesinin yolunu açar bu bakış.
Neden onun yanında, onunla olduğunuzu derinden hissedersiniz.
Ve sizi yan yana getiren hikâyelerinizi önemsersiniz. İşte asıl saygı da oradan başlar. Saygı duymadığınız birini sevemezsiniz.
Onca örselenmişliği düşününce, sizi aşağıya çekenleri de gözden geçiriyorsunuz ister istemez. Kesişme noktalarınız, ayrışanlarınız, müşterekleriniz bir bir aklınızdan geçiyor…
Sanrılı bir beyinle bunları yaşamak, hatta bazılarını aşmak çok da mümkün değil. Öyle ki, birbirinizin özünü göremez, hatta yaklaşamazsınız bile birbirinize.
Her sözde alınganlık, ya da her sözden bir anlam çıkarmak… Deyim yerindeyse “yazmak”…
Onun en büyük hüneriydi: yazmak…
Hele hele nükteli yazmak…
Şunu artık rahatlıkla söyleyebilirim: Mizah duygusu olmayan bir kadınla yol alamazsınız.
Evet, benim gözümde kadın bir “ev”dir, “yuva”dır; bir ilişkinin kurucu ana figürüdür. Onsuz bir yaşamı biçimlemeniz mümkün değildir. Yarımsınızdır, hatta “hiç”sinizdir. İşte o “biri”ni bulabilmek upuzun bir yolculuktur. Kazıcı olmanız gerekir.
Ama gittiğiniz biri eğer örselenmiş ruhuyla karşınızda duruyorsa, sizin onu sağaltmanız çok zordur. Bir ilişkide de buna gerek duymamalısınız; kimse kimsenin şifacısı değildir, olmamalıdır; anlayanı, paylaşanı, yaşayanı olmalıdır.
(*) Konfor Krizi, Michael Easter; Çev.: Ayhan Semih Koç, 2024, Eksik Parça Yay., 317 s.
edebiyathaber.net (10 Aralık 2024)