1./ Yas Kederin Dilinde
Bundan sonrasını görmek için durup soluklanmalıyım. (*)
Hayata oradan bakmaya başlıyorsun artık. Silici öfkelerden arındırıyorsun kendini. “Bir bakışsız kara,” demenin de mevsimi geçti. Sözünün gölgelediği zamanları unutmaktan yanasın. İnanmıştın, güvencini artıran duygu dilini yaratarak gitmiştin o “Kuzey Ülkesi”ne…
Bu dünya inanmak için var,
Bu sabah güneşi seni karşılamaya geldi.
Her tınıda, renkte, seste, kokuda, tatta, dokunuşta karşına çıkandı o. Yiten değil, yaşayandı. Yaşattıklarıyla yol alırken yazmıştın da ona. Sesten sese, duygudan duyguya geçiyordunuz onunla. İnsana iyi gelen bir şeydir sevmek, sevilmek. Tutup “Emrah ile Selvi”nin öyküsünü, “Arzu ile Kamber”in aşkını yazmaya vermiştin kendini. Ötede duran “Ferhad ile Şirin”e döndüğünde de kendine şunu demiştin kendine: “Kendi Ferhad ile Şirin’imi yazıyorum…” Bırakmak değildi derdin, insana duygu dilini anlatmaktan yanaydın.
Köşede seni izliyor,
Seninle tanışmayı bekliyor.
“…yüreğim çorak bir tarla gibiydi; seninle yeşerdi,” diye yazmıştı.
Onunla aydınlığa çıkmıştınız. Dünyaya birlikte bakma, dünyayı birlikte sevme yolculuğuydu bu. Şimdi ise, tedirginsin. Nereden bir ses, bir söz, hatta bir imge çıksa karşına karalar bağlar gibi oluyorsun. Hatırlattıklarının karabasanını yaşamak istemiyorsun. Ve gene de anlamaya çalışıyorsun, gidip kendini kapattığı yerdeki acısını. Üzülmüştün sonra, ona “mitomanik” yakıştırmasını yapmana!
Çünkü bu dünya hayal kurmak için var,
Bu dünya senin için var,
Bu dünya inanman için var,
Kendine inanman için var…
Ona böyle seslenmek istemiştin, filmi izlemesini istemen de bundandı. Bize ayna tutan her bir şeye nasıl uzak kalabaliliriz?! O hem ayna tutmuş, hem de sırrının sırrı olmuştu. Oysa, ikinizi de kedere iten o mani hâlini, bir gölge gibi getirip aranıza düşürmüştü.
Şunu diyordu:
“Bildiğimiz bir şey daha var; varlığımızın diğeri için su kadar gerekli olduğu gerçeği… Birbirimiz için çok değerliyiz.”
Duygular bir çıkış yolu bulmak zorunda, en kötüsü kendimize sırt çeviririz.
Birbirinizden uzaklaşmamak için gittiniz, bunu ikiniz de biliyordunuz.
Keşke nasıl duracağımı bilsem… Ama bilmiyorum.
Dayanılır gibi değildi, o sayrılık hâlleri. İstediği yanıtlar yoktu sende, çünkü öyle bir hayatın olmamıştı. Duru bir su gibi akıyordun orada. Öyle ki, şimdi, yenilerde, tutup “Benim Güzel İnsanlarım”ı yazmaya başlamıştın bile. Onun karaçaldıklarını düşünürken çıkmıştı ortaya yazının ucu…
Pes etmek de bir seçimdir.
Oysa siz etmemiştiniz. Yoksa, şunları demezdi sana:
“Olan biten, daha önce yaşadıklarımıza benzemiyor. Sevmenin bu biçimini bu yaşımızda ancak öğreniyoruz.
Senin özünü, içinde var olan seni hep seveceğimi biliyorsun, eminim.
Çünkü ben de sevildiğimden eminim.
Bunları sana söylemeyi istedim.”
Beni zaten tanıyorsun,
Beni adeta sen resmettin
Sonra renk verdin,
Öyle kırılgandım ki,
Öyle bir ruh hâlindeydin ki;
Beni inciteceğini sandım.
Öğrenmeyi öğrenmeye başlamıştınız birlikte. Sevmeyi öğrenmeye, bağlanmayı öğrenmeye, tüketmemeyi öğrenmeye, duyguyu öğrenmeye…
Sevgiyi hak etmek gerek.
Gitmek, biraz da kendini cezalandırmaktır. Oysa bilmek istiyordun, ilk kez heceler gibi bir sözcüğü, ilk kez kurar gibi bir cümleyi… Ve sığırcıkların hayatını öğreneli beri, “yuva”nın, “bağlanma”nın ne anlama geldiğini, onunla diz dize konuşmak istiyordun.
Biliyordun ki, tutup şunları da sana yazmazdı, eğer bunu yapabilseydiniz:
“Ancak beş yılın sonunda birlikte olamayacağımızı anladım, kendimizden vazgeçemeyiz.
Denedik, değiştiremedik birbirimizi. Ben görmemeyi başaramadım.
Sen de o kişi olmadın.”
Bazı şeyler kontrolümüzün dışındadır.
Onları ne kadar erken fark edersek o kadar çabuk kendi hâline bırakırız…
Sınırda yaşamayı seçmek istememiştin, kendinden vazgeçmeyi de… Nereden başlayacağını bilmek zordur böylesi durumlarda.
Sen de benden kendini yoksun bıraktığın için…
Burada söz düğümleniyor dilinde; ondan bunu istemeyeceğini biliyorsun. Kimse kimseden bu yoksun bırakış için özür dilememeli.
Dayan
Sadece biraz dayan
Söyleyeceklerim var
Senden istediğim
Unutup geçmen değil
Gene de güzel günler kapıda
Hata üstüne hata yapıp
Bunu kabul etmek
Bir lütuf değil
Ama sevilmek öyle
Anımsadığın bir şarkı gibi
Değişsen bile sevmek…
Biliyordun ki, yerine koyabileceğin hiçbir yüz yoktu ondan başka. Sesinin tınısı, bakışının ahengi, gülüşünün rengi…
Elinden tutup seni ayağı kaldırmıştı.
Biliyordunuz ki her şey sonunda ölüyor. Yaşam bir yerde sonlanıyor. Ve onsuz bir hayat; istemediğin, eksik bir hayattı.
Dönüp “Yürüyen Kelimeler”i okumaya veriyorsun kendini, karşına çıkan su satırları hem kendi notlarına hem de ona yazdığın deftere kaydediyorsun:
“Herkesin yüzü ve işareti vardır, hepimizin var. Kedinin ve köpeğin, yılanın ve martının, senin ve benim, biz yaşayanların, önceden yaşamış olanların ve bütün yürüyenlerin, sürünenlerin ya da uçanların. Hepimizin yüzü ve işareti var.
Buna inanır Mayalar. İşaretin, görünmez olanın ve görünenlerden çok daha fazla yüzün var olduğuna… Seni işaretinden tanıyacaklar.” (**)
(*) The Starling, Yönetmen: Theodore Melfi, 20121
(**) Yürüyen Kelimeler, Eduardo Galeano; Çev.: Bülünt Kale, 2024, Sel Yay., 319 s.
edebiyathaber.net (2 Aralık 2024)