DOĞA adil. Yavaş yavaş bunu öğreniyorum. Vicdan duygusu dediğimiz şey de oradan ağıp geliyor bize.
Şimdi bu sessizlikte bir dilsin, onu anlıyorsun…Doğa capcanlı karşında… Kendi başına görünenin ardındakini hissetmek için her şeyi gözlemeye veriyorsun bakışlarını…Adeta tanıyorsun her bir şeyi…
Kaç zamandır bu yaşama mevsimini özlüyordun. İşte karşında o hayat. Hadi yeğin tut kendini…
Karşımdaki ağaç silsilesinin gelip uçlandığı yerde bakışlarım. Bir dağ kümesi gibi göğe uçlanmış, adeta bir tümülüsü andıran çamlığa bakıyorum. Her bir ağaç gövdesi topraktan göğe doğru ipince uzanmış, seyreltili biçimde hizalı, yan yana birer doğa neferi gibi sanki!
Birilerinin bu ağaçları dikmediği kesin. Ama bu Tümülüs halini nasıl oluşturduklarını ancak ağaçların dilini öğrenmeye başladığında anlayabileceğimi sanıyorum. Ağaçların Gizli Yaşamı (*) burada bir doğa kılavuzu benim için. Ağaçların bileşenlerini keşfettikçe hayata ve doğaya bakışım değişiyor. Ve bilcümle böceklerin hayatını merak ediyorum. Ürktüklerim, kaçtıklarım gelip buluyorlar beni burada…
Ormanın sesini dinliyorum… Bazı ağaçların neden sessizce öylece durduklarını anlamaya çalışıyorum. Ama kitabın yazdığı her bir şeyi de aklımda tutarak bakıyor, görüyor, keşfediyorum:
“Bir ağacın sessizliği, ciddi bir hastalıktan, bazen de son gelişmelerden belki tamamen bihaber olmasına sebep olacak şekilde, mantar ağını kaybetmesinden kaynaklanabilir.” (s. 23)
Derdinin bir uç noktada yaşamak olmadığını biliyorsun. Ne bir arayış içindesin ne de savrulma…Geldiğin yerde bakışların düşüncelerini yansıtan eksende geziniyor. Dinlediğin şu kuş cıvıltıları doğanın vazgeçilmezliğini anlatıyor sana, bir de ânın güzelliğini.
Sana eşlik eden sözlerdesin gene:
“Diğer her şeyi boş ver, sadece şu birkaç şeyi önemse: Unutma ki her birimiz sadece şu ânı yaşıyoruz, bu da yaşamın çok kısa bir ânıdır, yaşamımızın geri kalan kısmı ya zaten yaşanmış halde ya da belirsiz bir geleceğe dayanmakta. Her birimiz için yaşamımız küçük bir şey, yaşadığımız yer dünyanın küçük bir noktası. Öldükten sonraki en uzun şöhret bile küçük ve bu şöhretin kendisi çarçabuk yaşamdan göçecek olan uzun zaman önce ölmüş biri şöyle dursun, kendini bile bilmeyen bir dizi küçük insana bağlı” (**)
Sözü orta yerde bırakmadan yol almayı seviyorsun… Yol arkadaşınla yaratacağınız yaşama iklimi, seçtiğiniz kıyı ve yaşam yolu bunu anlatıyor size.
GÜNÜ KAVUŞTURAN
“Buradan gidilir acılar kentine,
buradan gidilir bitmek bilmeyen acıya,
buradan gidilir yitmiş insanlar arasına.
Dante, İlahi Komedya
Ezeli günün şafağındayız.
Göz göz olan kederin ne uzağı, ne yakınında. Olanca söz ötede kaldı artık. Yıkkın, viran olmuş kentlerin görüntüsü iç burkuyor.
Yaban dil öyledir. Çığırtkan. Asileşene baskın kılmak için kendini, ceberrut kesilir.
Hatırlıyorsun şimdi burada, Xantos halkını.
İsyansa al sana isyan, öyleyse al öfkemizi diyerek, Xantos’u savunarak yanarlar…Yeniden yeniden var olurlar, boyun eğmezler, tutsak olmaktansa ölmeyi yeğ tutarak kentlerini ateşe verirler.
Brutus’un askerlerini hayal kırıklığına uğratırlar. Marcus Antonius Likya Birliği’ni yeniden var etmek için yola düşer.
13. yüzyılda Kınık boyu Türkmenlerini bu bölgeye yerleştirir Osmanlı.
Xantos’taki bir yazıtta kalan sözler ise şunlardır bugüne:
“Evlerimizi mezar yaptık. Mezarlarımızı ev. Yıkıldı evlerimiz. Yağmalandı mezarlarımız. Dağların doruklarına çıktık. Toprağın altlarına girdik. Suların altında kaldık. Gelip buldular bizi. Biz ki analarımızın, kadınlarımızın ve ölülerimizin uğruna; biz ki onurumuz ve özgürlüğümüz uğruna, ölümleri yeğleyen bu toprağın insanları. Bir ateş bıraktık geride…”
Bu yerler, bu gökler tanığıydı öylesi hayatların.
Şimdi sünmüş bir halk var karşımızda. Savunmasız, direnmesiz, ölülerine bile sahip çıkamayan!
Dönüyorsun yüzünü çamlığa… Günün ışıltısı her yerde…
Dünyanın uğultusunu dinliyorsun… Her adımda yer gök tanık olsun istiyorsun buradaki acının diline. Suyun çağrısına, bulutun rengine, dağın karına, portakal ağaçlarındaki turuncunun taşıdığı ahenge dönüyorsun yüzünü…
Gelip yokluyor seni Edip Cansever’in dizeleri:
MENDİLİMDE KAN SESLERİ
Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
— Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben —
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da şimdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar…
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
(*) Peter Wohlleben, Ağaçların Gizli Tarihi; Çev.: Ali Sinan Çulhaoğlu, 2018, Kitap Kurdu, 268 s.
(**) Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler. Çev.C.Cengiz Çevik,2023, Can Yay.181 s.
edebiyathaber.net (28 Mart 2023)