Yazmak için İstanbul’u bir süre daha beklemeli, demiştim kendime. Oysa diğer yandan da “Benim İstanbul Çağım”la ilgili notlar alıp okumalara başladığım ve şehirde gezintilere çıktığım da çok olmuştu…
Açtığım yeni deftere düştüğüm ilk not şuydu:
“Belleğimdeki ilk kent imgesine dönüyorum yüzümü; yani 1950’lerin İstanbul’una…
1958 sonrası…
Başlangıçta ülke genelindeki göç dalgası bizi de içine almıştı ama ‘ihtilal’in ayak sesleri yeniden bizi doğduğumuz kente geri döndürmekte gecikmemişti. İstanbul ötede bir özlem olarak kalsa da, bizim için hep arada bir gidilip gelinen ‘uzak ülke’ gibi olmuştu. 1970’lerde gelip temelli katılınca buranın seyrine, aidiyetimin ve kimliğimin ayrılmaz bir parçasına dönüşen kent olacaktı zamanla…”
Kuşkusuz bize bir yeri yazma duygusunu veren oradaki yaşanmışlıklardır. O yerin bıraktığı izler, kişiliğimize yansıları, hayatımızın orada geçen zamanına kattığı anlam…Daha da ötesi, orada yaşamayı sevmiş olmamızdır orayı anlatmak için kalemi elimize aldıran…
Buna bir üçüncüsünü de eklemek isterim elbette: o yerin aidiyetimizi belirlemiş olması.
Bir yer üzerine düşünmeye başlarken, aidiyetve kimlik duygusu yanı başımdadır sürekli. Bunlarsız bir yeri nasıl tanımlar, kendimizi orada nasıl konumlandırabiliriz?
Doğduğumuz yer ve yaşadığımız yer ayrımı olsa da, giderek daha çok bölünerek yaşasak da; bir yere ait olma hissinden/gereksiniminden veya o yerin kimliğimizi derinlikli biçimde belirlemesinden kopamayız.
Edip Cansever’in dizelerini anmadan edemeyeceğim burada sevgili okurum:
“İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının tepelerinin dumanlı eğimine
Konya’nın beyaz
Antep’in kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denizine benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki…”
Yaşadığınız yer sizi biçimlese de, doğduğunuz yerden kolay kolay kopamazsınız. Oranın ruhunun kokusu, rengi, havası derinizin altındaki renk gibidir; kazınamaz, silinemez. Ama gelin görün ki, yaşanan yer de bunun apayrı bir parçasına dönüşür zamanla. Güne orada başlar, zamanınızı orada geçirir, düşlerinizin ve özlemlerinizin barınaklarını orada kurarsınız günbegün…
Evet, çağımız, insanı ikiye bölmüştür. Bunu Calvino’nun “İkiye Bölünen Vikont” anlatısındaki bölünmüşlük duygusunun ironisi gibi de algılayabiliriz. Yani; bıraktığımız buluştuğumuz, yitirdiğimiz kavuştuğumuz, sildiğimiz özlediğimiz, uzaklaştığımız yakınlaştığımız iyi ve kötü yanlarımız…
Ben bunu “yeni” ile “eski” arasında bir gel-git olarak değil de, daha çok, bir “bölünmüşlük” olarak algılarım. Bırakılan “öteki kent” ile yaşanan “yeni kent” arasında kaçınılmaz bir seyir/alışverişsüredurur hem içimizde hem de yaşantımızın her anında…
Kopamadığımız tatlar yanı başımızdadır, unuttuğumuz sesleri buluruz dar bir sokakta, kavuşunca bir renge, yeniden hatırlarız çocukluğumuzun geride bıraktığımız renklerini…
Alışma sınırını geçmiş, yeni biçimde yaşamalara vermişizdir kendimizi. “Buralı” ve “oralı” olmak da ötede kalmıştır; şimdi bir “yerli” olmaktır asıl meseleniz; o kıyılardan bakıyorsunuzdur hayata…
İşte İstanbul, esas bunu öğretir insana: Bir yerli olmak bilincini.
Gösteren, hissettiren, yaşatan, tüketen, biçimleyen… Bölünerek yaşamayı, severek ölmeyi, giderek tanımayı, acılara tutunmayı, başka yerlere gitmeyi, kendini dönüşsüz kılmayı öğreten bir kenttir İstanbul.
Belki de, bu kenti, asıl buralardan yazmaya başlamalı; onun taşıyıcı zamanların belleği olduğu gerçeğini görerek, hissederek yazmalı…Melankolisinin derişik anlamına oradan bakmalı… Neden bir dünya kenti olduğunu bunlarla göstermeli…İstanbul’a bakınca niçin orada Türkiye’yi gördüğümüzü de dillendirmeli.
Ve şunu da görmeli sevgili okurum; insanın yaşadığı yere bakması, o yerin ruhunu kavraması, orada yaşamanın ne anlama geldiğini bilmesi, aidiyetinin renklerine ve kimlik duygusunun anlamına dönmesi daha bir güven veriyor kendine.
Evet, İstanbul bir yere ait olma duygusunu en çok bize hissettiren kenttir…Buradan, buradan başlamalı yazmaya İstanbul’u sevgili okurum…
edebiyathaber.net (7 Ocak 2025)