Günümüzün sanat üretiminin alanları genişlediği gibi, anlatım biçimleri de o ölçüde evrenselleşti. Benzerliklerimiz arttıkça ortak sorunlar da küme küme karşımızda durur oldu. Bir yere, bir topluma, oranın insanına bakarak kendi gerçekliğimizi daha iyi kavramak gibi bir bakış edinebildiğimizi de söyleyebilirim.
Dahası bunu, “fark ederek bakmak” olarak nitelendirmek istiyorum. Bu bilinci de bize en iyi taşıyan/aşılayan sanattır. Özellikle de sinema ve edebiyat. Günümüz dünyasında bu iki sanat aracılığıyla insanlık durumlarını, ülkelerin gerçekliğini derinlikli biçimde kavrayabiliriz.
Okur, izleyici cephesinde bu böyledir. Ama bu sanatın üreticisi/kurucusu sanatçı ise izleyen/okuyandan çok daha fazlasıyla yükümlü hisseder kendini. Öyle ki; ne adına, neyi, neden ve nasıl konuşmak istediğini ürettiği sanat yapıtının özüne yansıtmak durumundadır.
İranlı genç yönetmen Saeed Roustaee’nin senaryosunu yazıp yönettiği Leyla’nın Kardeşleri filminin odağında bir ailenin hayata tutunma öyküsü yer alır. Yönetmen, bunu da, beş çocuklu ailenin kırk yaşındaki kızı Leyla’nın ekseninde anlatır. Dahası Leyla, burada odak/yönlendirici bir figürdür. Ailenin yetişkin diğer dört erkek çocuğunun ve babalarının gerçekliğinde karşımıza çıkan bir toplumun insan manzaralarıdır. İran’ın bugün kapitalizmin tutsağında nasıl bir ülke olduğu gerçeğiyle bizi yüzleştirir yönetmen.
Kendi toplumuyla insanını yüzleştirdiği gibi, yoksullaşma öyküsünün insanları nerelere nasıl sürüklediğini de gösterir. Öyle ki, buradaki her bir kardeşin hayata karşı duruşu/duruşsuzluğu, Leyla’nın aklı/vicdanı/öngörüyü simgeleyen bakışı; babanın ezik/biçare hali ve geleneğe tutsak olma bilinci bir toplumun çözülme öyküsünü de anlatmaktadır bize.
İyi bir anlatıcı topluma hem içeriden hem de dışarıdan bakabilendir. Bu anlamda iyi bir sanatçı biraz toplumbilimci, tarihçi, iktisatçı, psikologdur da.
Hangi sanatsal uğraşı içinde olursanız olun ilkten gözlem esastır. Ve yaşadığınız çağın ruhunu kavramaya dönük bir bilincinizin de olması gerekir.
Abbas Kiyarüstemi, şunu diyordu:
“İyi filmler, en basit ve en küçük anlardan doğar. Yaşamın günlük sıradanlıklarına zinde gözlerle bakın ve aslında bunların ne kadar büyüleyici olduğunu görün. Yönetmen olarak işimiz gözlemlemek, anımsamak ve ekranda tasvir etmek. Ne kadar çok gözlemlerseniz dünyaya o kadar yoğun tanıklık edersiniz ve işiniz de o kadar iyi olur. Eğer içinizde patlamaya hazır hikayeleriniz varsa bu fırsatı değerlendirin ve hikayelerinizi diğerlerine de anlatın.” (*)
Sanatın tözün, sanatçının yaratıcılığının özü burada yatmaktadır işte. İnsana ve topluma bakabildiğiniz ölçüde iyi bir yapıtı ortaya çıkarabilirsiniz. Teknik, kuram, teori vb. sonra gelir.
Saeed Roustaee, hikâyesi olan bir anlatıcı. Öncelikle toplumuna, insanına bakabilen; meseleleri iyi gözlemleyen biri.
Bir insandan yola çıkarak neyin/nasıl anlatılabileceğini de ustaca kurgulayan. Filmi adeta bir roman kurgusu gibi yarattığını söylemeliyim. Her bir diyalogun hikâyenin sonrasının nereye varabileceğini hissettirdiği gibi, çizdiği her bir karakterlerin taşıdığı misyonu göstermesi açısından bu diyalogların anlatılan insan/toplum gerçekliğine ışık düşürdüğünü de belirtmeliyim.
Diyalog, filmin başat öğesidir neredeyse. Görüntüyü öncelese de, asıl diyaloglarla çarpıcı bir insanlık durumunu sergiler. Öyle ki; kahramanların sözlerinde dile gelen düşünceler filmin ana aksını oluşturur. Burada, yönetmenin, her diyalogun ardından bir görüntüyü hazırladığını ya da tam tersini kurduğunu görürüz.
Filmdeki uzak-yakın duruşlar, İran’ın gündelik yaşam gerçeğindeki çelişkileri gösteren birtakım enstantaneler; hele filmin açılışındaki o görkemli fabrika sahneleri…
İtalyan “yeni gerçekçi” sinemasının neredeyse tüm öğelerini içine alan bir duyarlılık olarak filmde belirmeye başlaması… Yer yer Luchino Visconti’nin Rocco ve Kardeşleri (1960) filminden esinler taşımış olması da yönetmenin sinemadaki sürdürülebilirlik bilincinin bir göstergesidir bence.
Ben yaptım oldu, yerine; bilerek, donanarak kendi hikâyesini ortaya koyması önemlidir. Etkileyici kaynağı bilmek her daim bir sanatçı için iyi bir eğitimdir.
Kuşkusuz Saeed Roustaee’nin önünde Abbas Kiyarüstemi gibi bir usta vardır. Onun bakışı, bilinci, duyarlığından beslenerek kendini var edebilmek önemlidir.
Kiyarüstemi şunu diyordu sinema dersleri verdiği öğrencilerine:
“Yaşamın birebir kopyasını yapmak, böyle bir şey mümkün olsa dahi sanat olmaz. Bellik bir ölçüde kontrol gerekli, aksi takdirde yönetmenin , odanın bir köşesindeki körü körüne kayıt yapan güvenlik kamerasından ya da arazideki boğanın boynuzlarına iliştirilmiş kameradan çok da bir farkı kalmaz…”
Leyla’nın Kardeşleri filminde anlatıcı-yönetmenle karşı karşıyayız. Bilen, gören, hisseden, kurandır Roustaee. Anlattığı öykünün nereye, nasıl evrileceğini de bildiğinden filmini bir dantel gibi işliyor. Eylemle eylemsizlik, iç-dış mekân çekimlerindeki ayrıntıları özenle kurması, kapitalizmin kıskacındaki bir ülkenin sanayileşme/işçileşme durumunun yüzüstü olma hali, gelenekle gecikmiş modernliğin arasına sıkışıp kalmışlık, toplumsal sınıfların henüz yerli yerince oluşamaması… Toplumdaki derin yarılma, ötede görünen çözülmenin sanrılarının yansıdığı aile-çevre, merkez-otorite arasındaki yaman çatışmalar ve çelişkiler…
Saeed Roustaee’nin filminde oya gibi işlediği temalar olarak da kendini hissettirenlerdir.
Kabuk değiştiren toplumların kırılma anlarında yaşadıkları sanrıyı derin biçimde hissettirmesi…Oysa hayatın diyalektiği ne denli kapalılık içinde tutsanız da bir toplumun derisini değiştirmede hiçbir zaman set oluşturulamayacağını da gösteriyor film.
(*) Abbas Kiyarüstemi ile Sinema Dersleri, Hazırlayan: Paul Cronin; Çev.: Pelin Arda, 2017, Redingot Yay., 218 s.
edebiyathaber.net (11 Nisan 2023)