Bir kadın bedeninde çok kimlikli nefes barındığını en iyi kadınlar hisseder. Ruh hali çeşitli iç ve dış saiklerle donanmış varlığın adıdır kadın. Bugün yaşanan nice dehşet dolu kıyıma inat, kardelen gibi, berfin gibi narin ve inatçı varlığıyla yaşamda var olan, Ay’ın büyüyüp küçülmesiyle duygu durumu ilintili bir gizemli varlık…
Yıllar önce tiyatro öğrencisiyken derste izleyerek etkilendiğim bir kadın hikâyesidir, Nikolai Leskov’un Mtsensk Kasabası’nın Lady Macbeth’i. Yaşadıkları, karakterleri bambaşka da olsa Katerina’ya Türkçe edebiyattan bir kız kardeş geldi. İlgilisinin merakla beklediği bir yazar, yazarlıkta 50. yılını dolduran Gün Zileli’nin son romanı Çanlar’ın baş karakteri Stara… Shostakovich’in operasını da yazdığı Leskov’un Lady Macbeth’ine Çanlar’ın Stara’sının nesi benziyor diyenlereyse ipucu vermekle yetineceğim. Her ne kadar iki apayrı hikâyeyse de söz konusu olan, hiç değişmeyen bir şey var. Aşk ümitsizliğinin içinde çıkış yolu olmadığını anlayan aşık kadınlar… Kendi yanabilme kabiliyetlerini bir tek kendileri sınayanlar ve bir turnakuşu olmaktan çekinmeyenler. Sibirya’nın buzdan soğuk derinlerine kendilerini gömebilecek kadar yürekli, çekip gidebilecek kadar gözüpek, toplumsal dönüşümleri, yıkılmış ve yeniden inşa edilmiş iktidarları gören her birey gibi atak…
Anayurdu Rusya’dan gemiye binip Odesa üzerinden İstanbul kıyılarına geldiğinde küçük bir kız çocuğu olan Yelena Obolenskaya’nın (yani Stara’nın) hikâyesini, yazarın eşsiz sinema kareleri gördüren anlatımıyla okuyoruz. Eşsizliği, okurun kendini o karakterle özdeşleştiren karelerin içindeymişçesine hissetmesinden ileri geliyor. Bu kareler ki, okurken insanı ‘okur’ olmaktan çıkarıp adeta ‘Stara benim’ duygusu yaşatıyor. Romanın bir noktasına gelindiğinde onun keder yüklü kaderine için için yandığını hissediyor insan.
Stara, biricik aşkı Boris’in müstehzi tabiriyle “Stara Hanım…’’, çalkantılı toplumsal olayların arka fonda yer aldığı Çarlık-Sovyetler Rusyası-Konstantinapol-Paris-İspanya İç Savaşı-Moskova ve nihayetinde tekrar ve son kez İstanbul’da çıkıyor karşımıza. Biz onu, son seferinde, İstanbul Beyoğlu’nda viran bir binada, Pilgrim Apartmanı’nda görüyoruz. Stara geçmişe dönüyor. Biz de. Romanların yazgısı mı diyelim, yoksa belirtip geçelim mi bilemiyorum, Gün Zileli’nin Çanlar’ı okurla buluştuğu ilk gün, 8 Nisan 2016’da, Beyoğlu’nda metruk ve kimsesiz bir eski bina, çatırdayarak çöktü… Sanki, ‘’artık beni hiç kimse unutmayacak, son nefesimi verebilirim’’ dedi, “Pilgrim Apartmanı”.
Bir gün, bir kadın çıkıp gelir, çalar kapınızı. Nereli olduğumu, nereden gelip, nereden geçtiğimi sorma, sadece beni dinle, der. Yelena artık Stara’dır, anlattıklarını dinler, varlığından etkilenirsiniz. Hikâyesi bitip de sabah uyandığınızda incecik bir sızı kalır sol yanınızda. Geçip gitse de, bitmeyen zamanı tüketse de, artık görecek hiçbir şeyim kalmadı deseniz de aslında yaşanacak çok şeyinizin olduğunu fısıldamıştır tüm gece bir peri kulağınıza. Rüya da değildir üstelik. Zira az sonra çan sesi duyarsınız. Artık ayaklanmanız gerek…
Yaşamda ve resmiyete, belgeye muhtaç tarihte rastlamazsınız o perilere. Şanslıysanız, bir yazar, varlığı, ruhu ve elleriyle teslim eder onu size. Aşkını varoluşu yapmış bir kadından hiç kimse hesap soramaz artık.
Kendi sonunu bilerek uçuruma adım atan bir kadına, güneşe baktığı an son nefesini veren çiçeğe, hiç kimse aşk nedir, diye soramaz. Cevabı onun varlığındadır çünkü.
Neşeyle gülümsediğinden eminim. O neşenin altında saklanmış aşk acısından da…
Şimdi artık tek başınasın, yolun açık olsun Stara Hanım. Çanlar, hepimiz için çalıyor.
Ceren Cevahir Gündoğan – edebiyathaber.net (22 Nisan 2016)