Stefan Zweig, konu edindiği iç dünyanın bilinmezliklerle dolu labirentlerinde, bireyleri yargılamadan, şefkatle kucaklayarak dolaşmayı seçen; yolların karmaşasına, geçitlerin çokluğuna ve aykırı düşüncelerin korkutan sesine rağmen, psikoloji / felsefe bilgisini de yanına alarak, yalın bir dil ile güçlü karakterler yaratmayı başaran barış yanlısı, hümanist bir öykü anlatıcısı…
”Yeryüzünde beni sorgulamayan,
bana işkence yapmayan
insan var mıydı gerçekten?”
Bugünkü insanın, Avrupa’ya dair yarattığı -yaratmak zorunda bırakıldığı- aydınlık gelecek algısından kopmayı başarabildiğiniz anların birinde ”Dünün Dünyası”na gidip talihsiz bir Avrupa kuşağı arama zahmetinde bulunursanız, Zweig’ı ve yaklaşık altmış eserini de şahit göstererek; saplanıp kalınan acının kanatan keskinliğini hemen her öyküsünde hissedebilirsiniz. Yine bu öyküler, kronolojik bir çizgide incelendiğinde, Zweig’ın sonunu hazırlayan o son darbenin yaklaşan ayak seslerini de kolaylıkla işitebilmek mümkün olmaktadır.
Vahşetin acımasız zaferi: Hiçlikte boğmak
Zweig’ın, ”güzel Viyana’m” diyerek bahsettiği şehrin, faşizmin ayakları altında aşağılanmasına duyduğu üzüntü; titizce topladığı el yazması değerli kitaplarının evine gelen Nazi subaylarınca parçalanması ve Hitler yönetimine muhalefetinden dolayı, eserlerinin Almanca yayınlanmasının yasaklanmasıyla, yaşamının sonuna dek kurtulamayacağı büyük bir boşlukla kuşatılır. Bu boşluk aynı zamanda, Zweig’ın intiharından birkaç gün önce yazdığı ”Satranç”ta Dr.B.’ nin ”Hiçbir şey insan ruhu üzerinde, hiçlik kadar ağır bir baskı uygulayamaz.” diyerek tarif ettiği o korkunç hiçliktir de.
Dilinden ve ülkesinden sürgün edilmesinin ardından, tamamıyla batıp kaldığı bu derin hiçlik, 1942’de, bize göre trajik ancak kendisine göre özgür iradesinin sabırsız seçimi diyebileceğimiz, iki kişilik, gizli bir oyunla son bulur.
Hiçlikte boğulmak, Zweig’a malum son tercihini yaptıran, şiddeti ne fena bir his olmalı ki; aynı zamanda, kendisinden oldukça genç Camus’ye de ”Cehennem, hiçlikten iyidir!” dedirten tehlikeli bir kıskaç gibidir.
Zweig’ın sahip olduğu ruhsal büyüteç ve içe bakış yöntemi
Stefan Zweig, konu edindiği iç dünyanın bilinmezliklerle dolu labirentlerinde, bireyleri yargılamadan, şefkatle kucaklayarak dolaşmayı seçen; yolların karmaşasına, geçitlerin çokluğuna ve aykırı düşüncelerin korkutan sesine rağmen, psikoloji / felsefe bilgisini de yanına alarak, yalın bir dil ile güçlü karakterler yaratmayı başaran barış yanlısı, hümanist bir öykü anlatıcısı.
Zweig, yakın arkadaşı Freud sayesinde edindiği psikanalitik bilgiler ışığında, öykü kahramanlarının ruhlarını, okura cömert bir şeffaflıkla sunar ve bu cömertliğini de iki güçten alır: Birincisi aldatıcı dili reddederek gösterişle yapaylaşmayan bir kaleme sahip olması; ikincisi -ki bana kalırsa en önemlisi- Edebiyat Tanrıları tarafından o ana kadar sadece ona bahşedilmiş mistik bir ruh büyütecine sahip olması.
Bu ruh büyüteci, sürgün zamanlarında Zweig’ın nefes almasını sağlayan tek sığınağı diyebileceğimiz yazın dünyasında, onu yükselten, meşrulaştıran ve (tepeden bakan bir tanımlama gibi görünecek olsa da) bugünün dünyasında varlık sebebi sayılabilecek en temel materyalidir.
Bu imgesel ruh büyütecini ben, Dionysus’un varlığının yegane sebebi olan ve her daim yanında taşıdığı şarap kadehine benzetirim. Biri şarabın gerekliliğini karşısındakine anlatmanın tek yolu olarak kadehini en güzel asmaların meyve özleriyle doldurup karşısındakine uzatırken, diğeri yazınsal dünyada içselliği anlatmanın misyonunu taşır ve ruh büyüteciyle, istediği her bedene, hiç yabancılık çekmeden sokulmayı başarıp, ruhların en derin, en gizli katlarını insanlığa anlatma görevini yerine getirir.
”Kızıl” öyküsünde; büyük kente alışamayan genç Berger’in, yalnızlık korkusuyla çöküşünü ve hayatını, başkalarının yaralarını onarırken feda edişini;
”Mecburiyet” öyküsünde, vicdani red hakkını savaş karşıtlığıyla temellendiren Ferdinand’ ın, toplumun baskısıyla çıkmaza sürüklenişi;
”Olağanüstü Bir Gece”de, ruhen tükenmiş Viyanalı burjuvanın, tanık olduğu dehşet ve bayağılık dolu bir gecede yaşadığı içsel uyanışını bu sayede anlamlandırabiliriz.
Zweig; okurunun zihnindeki ”davetsiz”
Zweig, çocukluk ve gençliğini sanatın değişik alanlarında gezinerek şekillendirirken ”İlerlemenin baş meleği bilim”e yaslanmak dışında hiçbir dış motivasyonu kabul etmez. Ancak iş, Zweig için içsel dünyayı açık seçik görme çabasına gelince, kavimsiz, özgür bir kahinliğe bürünür. Anlatısının ortasında duran his/lere itaat eden yazar tutsaklığıyla öykü karakterlerinin ve dolayısıyla da okurun ruh kapısına yerleşir.
Yarattığı karakterlerin yardımıyla, kıskıvrak ele geçirdiği okurunun zihnine de yine aynı ruh kapısından, onu telaşlandırarak davetsizce girer. Ancak öykünün sonunda, aynı ”davetsiz”, okurun rızasını kazanmış ve zihninin ihtiyaç duyduğu anlarda buluşmalar ayarladığı dostu olmayı da başarmıştır.
Bu dönüşüme en belirgin örneklerden biri ”Bir Çöküşün Öyküsü”ndeki başkahramanımız Madame de Prie olabilir. Okurda önce, inanılmaz hızda değişken duygular, sonra da bu duyguların detaylı anlatımı ve kurgudaki sürpriz aşamalar sersemletici bir etki bırakır. Öykünün sonunda yürek burkan bir dramla zirveye ulaşan etki, aynı zamanda Madame de Prie için saygınlık ve merhamet duygusuna dönüşür.
”O muydu?” öyküsünde ise bu sefer dönüşümün konusu bir insan değil Ponto adlı köpektir. Okuru için, her ruha girmeyi başarabilen Zweig bu öyküdeki köpeğin içsel okumasını da, komşu kadının gözünden oldukça başarılı bir şekilde yapar. Ponto’yu suçlayabilir ya da haklı görebiliriz ancak her iki durumda da Zweig, okurunu hissi kayıtsızlıklarından kurtarmış ve ona iç dünyasının karanlık taraflarını tanıtmıştır. Zweig, hayata vedasından hemen önce yazdığı mektubunda ”Hayatım boyunca en büyük haz kaynağım tinsel uğraşım ve kişisel özgürlüğüm en yüce değerim oldu.” diyerek insanlık için tam da bu duyarlılığı, maddesel niteliği olmayan zenginliği diler gibidir.
Biyografilerinin gücü: Nezaketle değerlendiren içten bir ses
Freud öğretisine büyük ilgi duyan Zweig; Kızıl, Mecburiyet, O muydu?, Bir Çöküşün Öyküsü, Clarissa, Olağanüstü Bir Gece, Sabırsız Yürek, Karmaşık Duygular ve ruhsal derinliğiyle tüm bu öykülerinin üstünde tutulması gereken Satranç’ta, okurun zihninde rahat bir gezintiye çıkmış gibidir. O; bu rahatlığını daha sonra yazma, düşünme yetenek/bilgisi yüksek olan büyük isimleri (Montaigne, Rotterdamlı Erasmus, Tolstoy, Stendal, Balzac, Dickens, Dostoyevski, Hölderlin, Kleist, Nietzsche) anlamak için de kullanır. Sonrasında ”gönül bağı kurduklarım” dediği bu büyük isimlerin hayatlarında, elinde büyüteciyle çevreyi keşfe çıkmış titiz bir doğabilimci gibi gezer ve kendine özgü içsel bakış yöntemleriyle bu büyük isimlerle ilgili değerlendirmeler yapar. Bu değerlendirmeleri yaparken de nezaketle ve çok içten olduğunu düşündüğüm fısıltılı bir sesle kağıda döker.
Zweig’ın acılı kuşağı
Zweig’ın talihsiz kuşağı, 1940’ta tamamladığı ”Dünün Dünyası” adlı otobiyografisinde, “Ayaklarını basacak güvenli bir topraktan yoksun, hak ve özgürlükleri elinden alınmış bireyler olarak yaşamaya alışmak zorunda…” kalan acılı kimseler olarak tarif eder.
Zweig ve çağdaşları, yaşadıkları dönemin acılarından hem bilgece beslenmeyi öğrenmiş hem de varoluşçuluk kaynağından kendi ampirik yöntemleriyle -herbiri farklı dozda- yararlanmaktan geri durmamışlardır.
1914-1945 arasındaki savaşlar dönemi, politik baskılar altındaki Avrupa’nın uğradığı en büyük kültürel kıyımlardan biri olmasına rağmen yüzlerce yıla yetecek nitelikte eserler bırakarak bana kalırsa en büyük övgüleri hak eden yegane zaman kesitidir. Yazın ve bilim dünyası; bu dönemde -susuzluğa terk edilen bir bitki misali, mevsimine bakmadan nasıl çiçekleniyor ve neslini devam ettirmek için polenlerini her yöne dağıtıyorsa- doğadan ilham almışcasına kendini koruyabilmeyi başarmıştır. Zira otuz küsur yıl kadar kısa bir zamanın, böylesine nitelikli isimler çıkardığı başka bir zaman dilimini gösterebilmek şu an için pek de mümkün görünmüyor.
Dünya Edebiyatının Sirius’ları…. Franz Kafka, Albert Camus, Beauvoir, Samuel Beckett, Henri Bergson, Nietzsche, Einstein, Elias Canetti, Thomas Mann, Virginia Woolf, Emily Bronte, Romain Rolland, James Joyce, Aldous Huxley, Andre Gide, Joseph Roth, Hermann Hesse, Gorki, Arthur Schnitzler, Robert Musil…
İki büyük dünya savaşını, bir bakıma cehennemi yaşamak zorunda bırakılan ”talihsiz kuşak” Avrupa’nın diktaya diz çökmek zorunda bırakılmış esaret ortamında, fikirleri yüzünden ya öldürülmüş ya da en iyi ihtimalle bir ömür korkuyla yaşamak zorunda kalmış. Dönemin devlet politikalarına alet olmadan yaşamayı istemek ve yöneticilerin isteklerine boyun eğmeden yazmak bu kuşak için ölmeye yatmak sayılır. Aralarından ölmeyi kendine görev sayıp sert direnişi savunanlar olduğu gibi ”pasif direnişi seçme özgürlüğünü” kullananların da olduğunu söyleyerek, günümüze değin süren Zweig tartışmalarında, safını seçmeye zorlanan okurun, şu bakış açısını kazanmasını sağlayabiliriz:
Yaşam hakkı ellerinden alınan yurtsuz aydın insanların savaşma fikrini reddedip savaş meydanlarından geri durması, apolitik olmayı seçip pasif direniş hakkını kullanması ve ülkesini dönmemek üzere terk etmesi, korkakça bir kaçış değil aksine tek bildiği karşı duruşu fikir üretmek olan entelektüel bir zihnin yapabileceği en akıllıca tercihtir. Dönemin zorbalığına rağmen Hitler, Mussolini, Çar veya monarşi iktidarına yaranmaya çalışıp kolay bir hayatı seçmemenin yanında üretme çabalarını tam hız sürdürmeleri zaten o dönemin diktalarına doğrultulmuş bir silah ve başkaldırıdan farksızdır. Bunun kanıtlarından yalnızca biri; eleştirel kuramcı Antonio Gramsci için dönemin İtalyan faşist diktatörünün söylediği ”…yirmi yıl bu beynin işlemesini susturmalıyız.” cümlesidir. Bu bize, fikirsel başkaldırılarla da baskıcı rejimlere korku salınabileceğinin en güçlü kanıtlarından biridir.
Zweig, bu fikirsel başkaldırının kusursuz tarifini, Rotterdamlı Erasmus kitabında, yalnızca onun biyografilerinde rastlanabilecek dilsel bir nezaketle, şu gerçekçi ve cesur cümlelerle yapmıştır: “Sanatçının ve düşünürün yeri cephelerde olamazdı; ona düşen, bütün özgür düşüncelerin ortak düşmanına, bağnazlığın her türlüsüne karşı çıkmaktı. İnsancıl duyguları paylaşmak gibi bir misyonu olan sanatçı, partilerin safında değil, fakat onların üzerinde kalmalı, rastladığı aşırılıklarla, sonuç olarak da hep o aynı anlamsız, mutsuzluktan başkaca bir şey getirmeyen nefretle savaşmalıydı.”
Okurun asla gerçekleşemeyecek Zweig hayali
Savaşlar sebebiyle, bireyselliği ele alan türde anlatılara eğilen yazar azlığı, Zweig’ı yaşadığı dönemin ”özgün” yazarlar sınıfına yerleştirmeye yetmenin yanında, sayısı elliyi geçen eserlerle de onu döneminin en üretken ismi de yapar.
Tıpkı bugün olduğu gibi yaşadığı dönemde de yüksek sayıda okur kitlesine sahip olan Zweig, beslenmeyen her şeyin giderek niteliksizleşeceğini bilen birinin öngörüsüyle, yetenek ve bilginin de beslenmediği takdirde, bir gün solup gideceğini bilir. Bu yüzden, başarmanın getirdiği rehaveti hayatına asla sokmaz. Meşakkatle yarattığı huzursuz, bezgin, her öykü karakterinden sonra yeni bir karakter düşlemeye başlar ve huzursuzluğun insanlarını derin, içsel gözlemler yaparak diriltir. Onlara kendi melankolisinden verir; bu bir anlamda kendi melankolik ruhunu sevip, korumaya çalışmasının da kanıtıdır. Çünkü salt mutlulukla yetinmek, üne kavuşmak ya da ailesinden kalan mirasın sefasını sürerek yaşamak, ruh büyüteçli bu adama göre değildir.
Yarattığı özgün anlatı dünyasında, onu anlamak için soluksuz yürüyen Zweig okurlarının, huzursuzluğunu hayattayken alt etmiş bir Zweig hayalleri varsa, bunlardan biri, Hitler’in alaşağı edildiği haberini aldığında Petropolis’ten bir an önce ayrılıp çok sevdiği Avrupa’sına döndüğünde, içindeki o derin boşluğu doldurup huzura kavuşmuş olmasıdır.
Bu dönüş yolculuğunda, hayranı olduğu Beethoven’ın Avrupa’dan Brezilya’ya kadar hiç üşenmeden taşıdığı çalışma masasını, yanına almayı elbette unutmayacak; hatta kendisi gibi sabırla beklemeyi başarabilmiş(!) dostlarını düşünüp bir buluşma tarihi bile hesaplayacaktı. Hamiliğini yaptığı Joseph Ruth’un ölümüne duyduğu üzüntü ile çaresiz hissedecek; geminin sessiz güvertesinde tüm bunları düşünürken, omzuna yaslana Lotte’si, onu asla yalnız bırakmayacağını söyleyecekti…
En güzeli de ”Geceyarısı, New Yorktan Buenos Aires’e hareket edecek olan büyük yolcu gemisi…”nin New York’a dönüş seferinde, bu defa, kibirli Çentoviç’in yenilgisini yazacak ve “mutlak anlamdaki hiçin içine” yerleştirilen Dr. B.’ ye hak ettiği galibiyeti verebilecekti.
Başak Ağma Küçük – edebiyathaber.net (4 Haziran 2020)