Kısa süre önce, yaptığımız şeyler üzerine düşünmekten az çok zevk almaya başladığımız şu yaşların tadını çıkarırken, bir grup çömez, “yayıncılık” denen mesleğin edebiyata ve yazara bazen haksızlık edip etmediği üzerine konuşur olmuştuk. Sonra, biraz daha bugünlere geldik ve yayıncılık bağlamına hiç gerek duymadan, salt bir okur olarak da bu cevabı kendimizce verebildiğimizi fark ettik: Evet, yayıncılar olarak da okurlar olarak da, edebiyata ve yazara sürekli haksızlık ediyorduk. Okuyarak, okumayarak. Seçerek, seçmeyerek. Görerek, görmeyerek.
Edebiyat, bir sanat dalı olarak ve diğer sanat dallarıyla ortak bir yaşam alanında bulunarak, haksızlıktan hiçbir şekilde kaçabilecek durumda değildi. Olamayacaktı da. Çünkü sanat, ürünlerini insanlara duyuracağı, bizzat kitlelere ulaşacağı, aslında tam da “herkese” erişip “demokratize olacağı” noktada can alıcı bir faaliyete ihtiyaç duyuyordu: Yayın. Yani duyuru, bildirim, tanıtım, paylaşım… Ve onun zihinlerde ve yüreklerde yer etmek üzere ihtiyaç duyduğu bu faaliyet, aynı zamanda en büyük düşmanıydı.
Hangi sanat dalından söz edilirse edilsin, konu eserin tanıtımı oldu mu, bu ürünü kimin tanıtacağı, niçin tanıtacağı, bundan ne gibi bir fayda sağlayacağı sorusu çıkıyordu ortaya. Böyle böyle, geldik sanatın pazarlanışına. Pazarlamanın belirleyici bir güce dönüşmesiyle birlikte, sanatın da önüne geçişine, hatta sanatı kendine alet edişine ve kendine göre şekillendirişine. Sanat, yayıldıkça köreldi, öldü öldü dirildi.
Diyeceksiniz, bu “beylik” konu nereden çıktı yine? Bu kadar aleni bir şey üzerine tartışmanın âlemi ne? Aynı cümlelerle aynı şeylerden söz etmek değil elbette amaç, neyi nasıl yaptığımızı ve yapacağımızı düşünürken, hafızayı sağlam tutmamızı sağlayacak bir kitapla tanışmak sadece. Adı, Okumadığınız İçin Teşekkürler.
Sanatçı, ayağa kalk!
Ayrıntı Yayınları’nın da arka kapağında ifade ettiği üzere, yazar Dubravka Ugrešić (Ugresiç), kitapta, “liberal kapitalist dünyanın kültüre, insana, ama özellikle de kitaba ne yaptığının hikâyesi”ni kendi baktığı noktadan, özellikle 1990’larda kaleme aldığı denemeler üzerinden anlatıyor. 1949’da eski Yugoslavya’da (bugünkü Hırvatistan’da) doğan yazar, Zagreb Üniversitesi’nde karşılaştırmalı edebiyat ve Rus edebiyatı okuduktan sonra, Edebiyat Kuramı Enstitüsü’nde öğretim görevlisi oldu. Savaş ve milliyetçilik karşıtı görüşleri nedeniyle 1991 iç savaşı sırasında ülkesinden ayrıldığından beri de Hollanda’da yaşıyor –farklı farklı türlerde– yazıyor, üretiyor. Ve düşünüyor. Mesleğini, o mesleğin devinimlerini ve hatta delirişlerini.
Ugrešić’in vurguladıkları arasındaki en çatı meselelerden biri, sanatçının –yani yazarın– eseri ve o eserin dağıtımı karşısındaki konumu. Yazar gitgide daha çok ön plana çıkıyor, parlıyor, patlıyor ve kitapların da üstünde bir ticari kurgunun başkarakteri haline geliyor. Geldi. Daha da gelecek. Bundan memnun olsun ya da olmasın, bu uygulama karşı koyulmaz bir yaygınlığa, kabule erişti. Buna uyum sağlamayanlar, tanıtım kontenjanına alınmadı. Bu vahşi tanıtıma alışan ve gittikçe tembelleşen algılar da, “parlatılmayanı” göremedi. Yazar da duyulmadı, edebiyatı da.
Kapitalist çarklarla dönen dağıtım ve tanıtım sistemi, elbette kitabın üretimini edebiyatın gelişiminin önüne koydu. “Piyasa” da denen bu sistem, hepten “ideolojisiz” olmasıyla ünlü. Ugrešić’in dediği gibi, “hevesli talepler”den mürekkep özel sektör, önceliğini epey önce görkem ve cazibeye ayırdı. Sanat ise, sektörün varlığını ve faaliyetlerini “kabul edilir” kılan bir söylem olarak kaldı.
Arada farklı sesler ve seslenişler yok mu peki? Var elbette, olmaz olur mu. “Okurunu özleyen yazarlar, yazarını özleyen okurlar”la dolu olmasa edebiyat alanı, bu tartışmalara gerek kalır mı hiç? Hâlâ isyanı bol bir alan, edebiyat ve yayıncılığı. İyi ki de öyle.
Satışçı yazar, referans yazar
Yazarı eserinin önüne geçmeye zorlayan bu sistem –ki öne geçmekten hiçbir şikâyeti olmayan, hatta eseri solladığı ölçüde mutlu olan yazarlar bu konunun dışında– yazarı “tanıtım” aşamasında nesneleştirmekle kalmıyor. Yazarı, alıntılanacak yazara, hatta birkaç sözcüklük beğenileriyle arka kapaklara adı yazılan referans yazara, yıldıza dönüştürmeden çok önce, ona başka bir görev daha atfediyor: Satışçı yazarlık.
Bir yazarın eserini editöre, ajans sahibine anlatması, kendini tanıtması gerekiyor her şeyden önce. Eseri ve/veya eserin taslağı, bunun için ne kadar yeterli? Karşısındakini anlamaya niyetli, dinleyip zaman ayırmadan hiçbir doğru bilgiye ulaşamayacağının bilincinde editörler dışında, yazar daha ilk adımda bile kendini, taşıdığı “yararı” anlatmak zorunda olan kişi.
Biri “meslek” mi dedi?
“Çevirmenlik bir meslektir, ama yazarlık?” diye soruyor Ugrešić ve “yazarların sorunu alkoliklerinkiyle aynıdır,” diye devam ediyor: İkisi de ne olduklarını söylemekten çekinirler. Yazarlık, sürekli bir “yan meslek” olarak görülür çünkü. Gerek piyasa, gerekse siyasi erk, tam da edebiyatın ve edebiyatçının bu “yetersiz özgüveni”nden beslenir. Her ikisi de, onu yayan gücün kullanımındadır.
Ugrešić, bugünün “çok satan”larına, yani popüler kitaplarına da değiniyor elbette. Kendi geçmişinden, Doğu Avrupa’nın komünizme veda ettiği yıllardan taşıdığı izlerden yola çıkarak, Stalin dönemindeki “ısmarlama” gerçekçi romanları hatırlıyor. “Çok satan” eser üretimini, devletlerin siyasi stratejilerine uygun biçimde sanatı bir zanaat gibi kullanıp, sipariş kitaplar yazdırmasına benziyor. “Popülerlik” kaygısı da benzeri ısmarlama kalıplar yaratıyor. Biri siyasi, diğeri ticari. Hatta bu görüşünü, “Stephen King eğer Stalin’in çağdaşı olsaydı, Stalin Ödülü’nü alırdı,” ironisiyle destekliyor –ki bu cümlenin, ironi açısından zengin kitaptaki örneklerin en hafiflerinden biri olduğunu söyleyebilirim.
Biraz not desteği
Yukarıda sözü edilenler, kitapta yer alan denemelerden birkaçına değiniyor yalnızca. Kitabı farklı kılansa, Ugrešić’in öne sürdüğü tezlerden çok verdiği örnekler, sürekli göregeldiğimiz Batı dönüşümlerinden farklı bir tarihe de dokunuyor olması. Ortak nokta çok. Kendimize yönelteceğimiz tonla soru var bu kitapta. Yayıncıların, sanatçıların, ilgili okurların sürekli açık tuttukları kontrol arayüzüne yüklenebilecek durumlar ve –bazen net, bazen dar– sorularla dolu kitap.
Bir okur olarak çok sevdiğim Ayrıntı Yayınları’ndan şöyle küçük bir önerim/ricam olabilir: Referanslar açısından böyle zengin eserlere, hele de kurmaca eser olmadıklarında, daha çok dipnot koyma özgürlükleri varken, bunu kullanmaları. Çok sayıda İngilizce eser adı, çevirisiz ya da açıklamasız olduğu için havada yüzdü okurken. Oysa bu, birkaç editör notuyla çözülmeyecek bir durum değil.
Yazıyı, Ugrešić’in herkesi uyanık olmaya çağırdığı, her türlü yıkımın karşısında duran cümlesiyle bitirelim:
“El yazmaları yanmaz, bir gün her şey ait olduğu yere döner, tarih silinemez, yeni kütüphaneler kurulacak, yeni kitaplar yayımlanacaktır… Kültürel optimistler bizi işte böyle avutuyorlar.”
Mehmet Erkurt – edebiyathaber.net (29 Aralık 2014)