Bazen yaşamlarımız göründüğünden çok başka ve sanrılarla sarmalanmış bir durumdadır ve kimi zaman hayatımız doğrusunu bilmediğimiz veya bilemediğimiz yanlışlarla donanmış bir mayın tarlasıdır. Hani şöyle bir gezintiye çıksak kendi içimizde, bu mayınlardan birine basmak işten bile değildir. Tıpkı Taşikardi’de olduğu gibi, Zarif’in kendini birden ortalıktan kaybolan kızı Safiye’yi bulmaya adaması, fakat bu arayışta en çok, hiç bilmediği kendini bulması ve öğrendiği her gerçekte bir mayına basması gibi…
Hakan Karakaşoğlu’nun bu romanda çizdiği Zarif karakteri, eşini kaybettikten sonra hayatla, işiyle, arkadaşlarıyla ve hatta kızıyla olan ilişkisini uçurumdan aşağıya bırakmış, fakat bunların farkında olmayan bir karakter. Romanda her şey Safiye’nin ortadan kaybolmasıyla başlıyor. Ancak Zarif üzerinden esas anlattığı, hayatı boş vermişliğin nelere mal olabileceği… Öyle ki, kızını aramaya çıkan Zarif’i gören herkes ona “Nerelerdesin?”, “Sen buralara uğrar mıydın?”, “Bari kızına acı” diyerek, adeta “Ölüden bir farkın yok kendine gel!” demeye çalışır halde. Çünkü aşikârdır, Zarif, Hülya’nın yokluğuyla beraber bir büyük boşluktur artık. Zarif dışında herkesin Zarif’i anlar durumda olması da, insana en uzak noktanın yine insanın kendisi olabileceği gerçeğini hatırlatıyor. Roman ilerledikçe de kendinin her şeyden bihaber olduğunu, hatta kendi kızını bile tanımadığını anlayan Zarif, kızını bulmaktan daha çok zamanı geriye sarabilmeyi diler hale geliyor, çünkü tek pişmanlığının kızıyla ilintili olmadığını fark ediyor: Onun hayatı bir pişmanlıklar bütünüdür artık.
Hakan Karakaşoğlu tüm bunlar üzerinden pişmanlıklarımızı, belirsizliklerin verdiği rahatsızlığı ve hayatlarımızın ellerimizden nasıl kayıp gittiğini anlatıyor. Değindiği en belirgin temalardan biri pişmanlık, çünkü tüm roman boyunca Zarif, keşkelerle birlikte. Keşke kızını dükkâna mahkûm bırakıp kendisi evde yatmasaydı bu kadar, keşke onu tanıdığını “sanmasaydı”, keşke gerçekten tanıyabilseydi, keşke kızının kaybolmasını engelleyebilseydi, keşke o kadar içmeseydi, keşke eşi Hülya’nın neden çekip gittiğini bilebilseydi, keşke yaşayan bir ölüye evrilip asıl kaybolan o olmasaydı… Hayatındaki belirsizliklere bir dur diyebilseydi…
Fakat bence, romanın ana teması “zamana hükmetme isteği.” Gerçi bütün bu zamana hükmetme isteğinin altındaki sebep, farkına geç varılan hataları düzeltebilme gayesi, yani konu dönüp dolaşıp pişmanlıklarımıza geliyor. Ancak tam da bu noktada, romanın içinde zamana hükmetme isteği başka sebeplerden kaynaklanan iki karakter daha karşımıza çıkıyor: Çelebi ve Eyüp. Hakan Karakaşoğlu, Çelebi ve Eyüp karakterleriyle de ileriyi görme, gelecekten haberdar olup şimdiye hükmetme ve bu hükmetme gücüyle birlikte gelen zengin olma arzusunu irdeliyor.
Kitaptaki kahramanlara bir göz atacak olursak, Zarif ve arkadaşı Eyüp’ün arasındaki ilişkinin geçmişe dayandığını görüyoruz. Şimdiyse geçmişten farklı olarak, ikisinin büyük bir ortak noktası var: sevdikleri insanları kaybedip, bir başka kişiye dönüşmüş olmaları. Ancak Eyüp’ün Zarif’le olan ilişkisine, ona karşı içten içte duyduğu kırgınlığın da kokusu siniyor. Belki de Eyüp’ün tekrardan Zarif’in hayatına girmesinin nedeni yardım etmek değil, bir nevi “intikam” almaktır. Bu “intikam” duygusunun onu sürüklediği yerde Eyüp, Zarif’i kullanmıştır, sakladığı gerçekler su üstüne çıkmıştır. Ve Eyüp de sonuç olarak kaybedenler listesine girmiştir. Bu ikilinin ilişkisine baktığımızda da çıkar ilişkilerinin, yalanların, geçmişte yarı yolda bırakmanın ve intikam duygusunun insan ilişkilerine yansımasını görüyoruz.
Hakan Karakaşoğlu romandaki Ferit karakteriyle de bir günah keçisi portresi sunmuştur bize. Safiye’nin hayatına göründüğünden başka amaçla giren, ama hiç de beklemediği ve hak etmediği bir sonla karşılaşan bir maşadır o. Zavallıdır. Çelebi karakteriyse bencilliğin neferi olarak yer alır romanda. Herkesi, her şeyi kullanır. Onun için tek mühim konu kendi emelleridir. Çelebi, hayatlarımızdan da hiç eksik olmayan “kötü” insan imgesidir romanın içinde.
Her şeyin ötesinde, bu romanda beni en çok etkileyen yaşantı Safiye’nin yaşantısı oldu. Suçsuz ve bu suçsuzluğuna rağmen en büyük ceza onun payına denk gelmiş durumda. Terk edilmiştir annesi tarafından. Bununla beraber, babası onun için sadece etten ve kemikten ibaret bir insan haline gelmiş, varlığı yokluğuyla aynı kefededir. İyice yalnızlaşmıştır Safiye, istemeye istemeye babasının ve dükkânın yükünü almıştır üstüne. Onun aşk sandığı şey de aslında başka birilerinin emellerine alet olmak, kandırılmaktır. Safiye bu romandaki en sessiz, en suçsuz, en çaresiz fotoğraf. Safiye iyidir, “kaybeden” bir iyi…
Hakan Karakaşoğlu Taşikardi’de bize akıcılığıyla dikkat çeken bir roman sunuyor. Kurgusu bakımından da okurken ayaklarımın yere hep sağlam bastığını hissettim, daldan dala atlamayan, gittiği yoldan emin bir ilerleyişi var romanın. Dilinin sadeliği, diyalogların iyi kurulmuş olmasıyla da kendine kenetleyen, bir oturuşta bitirilecek bir roman.
İşte Taşikardi, Hakan Karakaşoğlu’nun buz üstünde kayarcasına pürüzsüz ve dengemizi bozmayan diliyle yazdığı bir roman. Taşikardi, geçmişte yaşanmışlar yüzünden bugünü yaşayamayanların, zamana hükmetme isteğiyle yanıp tutuşan hayatların, aynı evde yaşayan iki yabancının, gizli tutulmuş gerçeklerin, yaşadığı zorluklardan sonra hayata tutunamayıp “kendini kandırmanın” çukuruna düşenlerin, çıkar ilişkilerinin, hiçbir suçu olmamasına rağmen cezaya çarptırılanların romanı.
Osman Alp Denizler – edebiyathaber.net (30 Ağustos 2018)