“Gitgide modernleşen, ama bir o kadar da karmaşıklaşıp içinden çıkılmaz bir hal alan yaşam biçimimize karşılık doğa, olanca sakinliğiyle, bilgece bekliyor, anlaşılmayı ve yalnızlaşan hayatlarımızı yeniden anlamlandırmayı. Her seferinde en baştan anlatmayı deniyor, her birimize; kuşuyla, böceğiyle, ağacıyla ve hiç yılmadan tekrar ediyor; bizim de bu bütünün parçası olduğumuzu, diğerleri gibi yalnızca bir parçası olduğumuzu; ne bir eksik, ne bir fazla.”
Süha Derbent’in “The Wild Side of Kenya’nın Yaban Yüzü” isimli kitabının başında yer alan yazısının ilk cümleleri bunlar. Yazı, kitabın sayfalarını çevirirken nasıl bir dünya ile karşılaşacağımızın sırlarını verirken, fotoğrafçı olarak 30 yılı geride bırakan Derbent’in doğa ile biçimlenen yaşamından süzülmüş bir öğretiyi de yansıtıyor. Yazıdan sonra 300 kadar fotoğrafla baş başa kalıyoruz.
Kitabın kurgu ve tasarımını gerçekleştiren Ersu Pekin’i hem kıskançlıkla hem de büyük bir beğeni ve takdirle anmak gerekiyor bu noktada. Derbent’in 2 milyonu aşan kişisel arşivinde dolaşma şansı kaç kişiye nasip olur ki? Diğer yandan her biri bir başına bir hikâye barındıran, görsel hazzı yüksek, büyük bölümünde doğadaki o hayran olunası canlılarla yüz yüze kaldığınız, bakmaya doyamadığınız fotoğraflardan belirli bir sayıda seçim yapmak, sonra da o seçimden yeniden, bir kitabı oluşturacak enfes bir hikâye yaratmak hiç de kolay bir şey değil.
Ersu Pekin, kitapta yer alan fotoğrafları o kadar iyi bir kurgu ile izleyiciye sunuyor ki, her birine şiir olarak baktığım Süha Derbent fotoğraflarını bestelemiş desem abartmış olmam. Öyle ki; kitabın ilk sayfasından başlayarak izleyici de kaçınılmaz bir biçimde o kurgunun bir parçasına dönüşüyor. Çünkü bambaşka bir dünyanın içinde buluyorsunuz kendinizi. Süha Derbent’in safari aracına binip onun objektifinin ardına geçerek bir Kenya gezisine çıkıyoruz. Aslında geziden çok bir buluşma bu; doğa ile büyülü bir buluşma. Sözcükleri olmayan bir etkileşim.
Süha Derbent bir söyleşisinde uzaktan sevmenin ne demek olduğunu yıllardır doğada bu canlıları izlerken öğrendiğini söylemişti. Kitabın izleyicileri olarak bizler bu sevginin tanıklığını yapıyoruz bir anlamda.
İlk sayfayı açıp, ilk fotoğrafla baş başa kaldığım andan itibaren zihnimde doğanın müziğini duyumsuyorum. Dingin ve huzur veren bir ezgi başlıyor. Sayfaları aynı dinginlik ve yavaşlıkta çevirirken, bu ezgiye çatlamış toprağa basan fillerin ayak sesleri, bir aslanın kükreyişi, bir kuşun çığlığı, bir kartalın balık avlarken ayaklarının suda yarattığı ses eşlik ediyor. Ezgi bir parça hızlanıyor; her türden hayvan sürüleri geçiyor sayfalardan. Ezgi yavaşlıyor; bazen aşkın ve sevginin doğadaki en güzel anlarına tanık oluyoruz, bazen fil yavruları, çita yavruları, aslan, maymun, zebra yavruları bizi hiç umursamadan oynuyorlar. Hele o canlıların bakışları ile karşılaştığımız sayfalar… Müzik duruyor. Sessizlik. Tek sözcüğe ihtiyaç duymayan bir şiir gibi bakıyorlar yüzümüze… Doğanın kendiliğinden var olan zarafeti ve mükemmel uyumu karşısında sonsuz bir hayranlık ve saygı duyabiliyoruz ancak.
Doğa, Süha Derbent’in fotoğraflarında dile geliyor. İnsan müdahalesi olmayan bir coğrafyada ağaçların, taşın, toprağın, renkten renge giren gökyüzünün nasıl göründüğünü anlatmaya çalışıyor. Kendi yaşamlarımızda artık neredeyse sormayı unuttuğumuz, sormaktan vazgeçtiğimiz, sorsak da cevaplarını bulamadıklarımızı anlatıyor. Birlikte, huzur ve uyum içinde nasıl yaşanır? Mutlu olma hedefi olmaksızın mutlu olunabilecek bir yaşamı, karşılıksız ve beklentisiz yaşandığında en katıksız haliyle yaşanabilecek aşkları anlatıyor. Nefretin, kibrin, egonun, hırsın, başkalarını ezerek yükselme başarısının, zaferlerin ve yenilgilerin olmadığı bir yaşamı, sadece ihtiyacın kadarını tüketerek, paylaşarak yaşayabilmenin huzurunu anlatıyor. Gün doğumunu, gün batımını, toprağı, suyu, ağacı, günün her saatinin kokusunu her gün hissedebilmenin, yaşayabilmenin hazzının nasıl bir şey olabileceğini anlatıyor. Şefkat, doğadaki canlıların ilişkilerine baktığımızda gerçek anlamına kavuşuyor.
Doğaya karşı yaptığımız haksızlıklar, işlediğimiz suçlar, bu fotoğraflarda bize seslenen doğaya vahşi sıfatını yapıştırmamızla başlıyor. Tekrar tekrar bakıyorum fotoğraflara. Yaşamlarımızda ne kadar çok fazlalık ne kadar çok ağırlık yarattığımızın farkına varıyorum yeniden ve yeniden… Başımı şu sayfalardan kaldırıp gündelik yaşama çevirmek hiç istemiyorum. Sonra Süha Derbent’i düşünüyorum; yılın büyük bölümünü neden bu canlıların olduğu coğrafyalarda geçirdiğini daha iyi anlıyorum…
Derbent’in yaşamı özellikle büyük kedilerin peşinde geçmiş. 80’den fazla ülkede bulunmuş. Hindistan’da soyu tükenmekte olan Bengal Kaplan’ının izini sürüp fotoğrafını çekmeyi başaran ilk Türk vahşi yaşam fotoğrafçısı. 7 büyük kediyi kendi doğal yaşam alanlarında fotoğraflamayı başaran dünya çapında az sayıda fotoğrafçıdan biri. Ruanda’da dağ gorillerine o kadar çok gitti ki, sonunda 2015 yılında Ruanda devleti tarafından ülkenin görsel arşivini oluşturma görevi verildi, bu görev kapsamında 10 gün dağ gorili aileleri ile yaşadı.
Derbent’i, 2002 yılında yayınlanan Yüz Yüze isimli kitabı ile tanıdım ve o günden beri tüm çalışmalarını takip ediyorum. Onunla yaptığım bir söyleşide “Fotoğraf da aynı yaşam gibi. Yaşamda nerede duruyorsak fotoğrafta da orada duruyoruz aslında.” demişti. Bunun üzerine sormuştum: “Sen nerede duruyorsun?” Cevabı şuydu:
“Kongo’da bir dağ gorilinin mezarına çiçek koymak benim için çok önemli bir şey. Oradaki yerel halktan birinin yaptığı gibi. İki metreden bir kaplanın sarı gözlerine bakabildiğimde aslında ne kadar küçük olduğunu, aslında hiçbir şey olmadığını görebilmek benim için çok değerli. Çünkü biz şehir hayatında yaşarken o an ne iş yapıyorsak kendimizi hayatın merkezinde görüyoruz. Taksi şoförü isek müşteri bulacağız, doktorsak o an ameliyatı bitireceğiz, ne iş yapıyorsak kendimizi hayatın merkezinde görüyoruz ve o anda en önemli şey o, başka bir şey yok. Halbuki hiçbir şey değiliz. O kadar küçüğüz ki. İşte ben bunu doğada görüyorum, hayvanlardan öğreniyorum. Bu benim için çok değerli. Durduğum yer de orası.”
Süha Derbent’i yıllardır takip etmemin nedenlerinden en önemlisi onun yaşamdaki bu duruşu. Yaşama ve doğaya karşı olan katıksız samimiyeti. Fotoğraflarını bu kadar değerli yapanın da bu samimiyet olduğunu düşünüyorum. Onun doğanın bize ulaşan sesi olduğuna, doğanın söylediklerini yıllardır fotoğrafları ile bize tercüme ettiğine inanıyorum. Fotoğrafları ile doğanın şiirini yazan bir derviş benim gözümde.
“Vahşi yaşamda karşılaştığım her şey, hayranlığımı daha da artırıyor. İnsanların yersiz ve anlamsız kibrine karşılık, doğal yaşam alanlarında kendi halinde, sessiz ve zarif bir üstünlükle yaşamlarını sürdüren vahşi hayvanları gördükçe bu vakara duyduğum hayranlığın yerini, hayatımı onlara vakfetme fikri alıyor; özellikle de vahşi kedilere. Böylece hayatım yeni baştan şekilleniyor; kedilerin ayak izlerinin ardından, adım adım…” diyor, başlangıçta alıntıladığım cümlelerinin ardından.
“The Wild Side of Kenya’nın Yaban Yüzü”, doğanın Süha Derbent’in fotoğrafları ile dile gelişi…
O sesi herkesin duyması ve dinlemesi dileği ile…
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (21 Aralık 2016)