
Söyleşi: Kadir Aydemir
Şükrü Erbaş, şiirimizin çalışkan ve bence hep “genç” şairlerinden biri. Sesi söze, sözü cevhere dönüştüren bir usta isim. Kelimelerle, yollarla, türkülerle, sokakla ve hayatla kurduğu ilişki onun poetikasını da oluşturdu ve duruşu yazdıklarına her zaman yansıdı. Şairin yeni eseri “Yarasaların Avlusunda”, geçtiğimiz günlerde Kırmızı Kedi Yayınları’nca okura ulaştırıldı. Şükrü Erbaş’la şiir evrenini, bu kitabın doğuş sancısını, dünü ve bugünü konuştuk…
Yarasaların Avlusunda, nasıl doğdu? Bu isim derin bir göndermeyi de gizliyor gibi…
Pek çok konuşmada söyledim, hiçbir sanatsal yaratıcılık, çocukluğa dönüp oradan bir ses, bir koku, bir görüntü, bir hayıf, bir heves almadan cümle kuramaz. Biz, hücrelerimizi oluşturan zamanlardan, orada küller arasında duran yitik cennetten bir harf almadan, bir arzu ya da hayal kırıklığı almadan, o aldıklarımızı yaşadığımız günlerin gerçeği içinden geçirmeden ne söyleyebiliriz ki? Söylediklerimizin nasıl bir yaşama değeri olabilir ki? Biz o geçmişi ve tıkanıp kaldığımız şimdiyi, birbiri içinden geçirerek varlığımızı değerli kılarız. Kendimizi severiz. Yaşadığımızı anlarız. Dünyayı yaşanılır kılarız.
İnsan ölümün menziline girince ana rahmine çok daha fazla dönmeye başlıyor. Belki de yaşadığı hayatı hak ettiğine inanmak istiyor. Bugünü bir daha anlamak istiyor. Pişmanlıklarını silmek istiyor. Geleceğe tutunmak istiyor. Dünyaya yeni başlayan çocuklara bir yaşama sevinci bırakmak istiyor. Yarasalar, puhu kuşları, üzüm bağları, buğday tarlaları, bir parmak dereler, elma bahçeleri, harman yerleri… beni yaratan ne varsa, bu yaşlarımda yine onlara ihtiyaç duydum sanıyorum. Sona doğru biraz dingin bir ses. Sisler tüller ardından bir iç çekiş. Belki de son bir kez dönüp uzaklara bakma arzusu. Çok akli, anlaşılır bir açıklaması olmaz ki…
Yazmak şairin canında oyuklar açar mı? Yoksa iyileştirir mi yaraları? Yazdıkça tükeniyor mu insan, yoksa çoğalıyor mu? Bir şiirin bitişinde, bir kitap dosyasını kapatırken, mürekkeple hesaplaşırken bu bağ neler hissettiriyor size?

Sevgili Kadir, şiir ve diğer tüm sanatsal yaratıcılık alanlarında sanırım olan şu: insanla dünya arasına bir tahterevalli kuruyorsunuz. Bir ucu yere değdiğinde bir ucu havaya kalkıyor. Sonra havaya kalkan uç yere iniyor, yerdeki uç havaya kalkıyor. Gerçek, canınızı yaktığında, sizi yere çektiğinde, yazı sizi büyütüyor, iyileştiriyor, dünyayı seveceğiniz bir yere yükseltiyor. Gerçekle, kurguladığımız dünya arasında siz, yaşadıkça yere değiyorsunuz, yazdıkça göğe yükseliyorsunuz. Bu salınım ömrünüzün sonuna kadar böyle gidecek, gidiyor. Bir zamanlar, “Kalbim / Ödülüm ve cezam” demiştim, yazmanın benim için anlamı da tam böyle bir şey. Ama her iki durumda da uzun zamandır “iyi ki yazmışım” diyorum.
Yarasaların Avlusunda’yı okurken kitabın sonunda bana kalan bir varoluş sancısıydı. Belki de farkında olmadan içinizdeki ve okurdaki “ben”e seslenmişsiniz. Acı çeken ve bir kovuk arayan “ben”. Bu bende kimler, neler saklı?
O kadar çok şey söyleyebilirim ki… dünyayı kaplamış bir baba var. Kendi içine şarkılar söyleyen bir anne var. Tanrıdan daha yalnız yıldızlar var. Büyük kentlerin çıplak, soğuk caddeleri var. Yoksul evlerin derin iç çekişleri var. Boylu boyunca aklımda yaşayan ’68 kuşağının yürek çarpıntıları var. İşçilerin yürüye yürüye bitiremediği yollar var. Evleri evimin tam ortasında soluk alan binlerce insan var. Sevmek denen bir büyü var. Kadınların avuçlarında çiçeklenen hayat çizgileri var. Çocukların pırıl pırıl rüyaları var. Binlerce kitap var. Şiirler var, şarkılar var. Yaşlıların alın çizgileri var. Mezarlarda açan çiçekler var… daha sayayım mı?
Bir şiirinizde “Dünya bir gözyaşı damlasıdır” diyorsunuz. Bunu açar mısınız? Şair kendini, her şeye rağmen, gözyaşında bir dünya olarak gören midir?
Biraz kapalı diyeceğim ama değil… biz acı çekerken de güzelliği severken de tıkanır kalırız. Gözlerimiz dolar. Heyecanımız, incinmemiz kirpiklerimizde halkalanır. Bu, acımıza ve sevgimize saygıdandır. Bize bir değer duygusu katar. Gelgeç bir acı da sevgi de bizi küçük düşürür. Derinlemesine bir yaşamayı ancak böyle ifade edebildim sanırım. Başkaları yazarken ve yaşarken neler hisseder bilemem kuşkusuz. Ancak ben böyle yaşıyorum ve böyle bir güzelliği, acıyı insan varoluşunun en yüce değerlerinden sayıyorum.
Şükrü Erbaş şiiri olgunluk çağını yaşıyor ve çoğalan, genişleyen bir dile sahip. Yarasaların Avlusunda, yirminci şiir kitabınız. Bu yirminci kitabın doğuşu size neler hissettirdi?
Tuhaf bir buruklukla birlikte bir tazelenme duygusu da yaşadım diyebilirim. Hâlâ hayatı sevdiğimi, insanı sevdiğimi, geleceğe inandığımı yaza yaza yeniden gördüm. Gittikçe kapanan bir kapının aralığından bir çeşit batan güne bakmaya benzetirsem abartı sayılmamalı. Bu gölgeli aralık, insanı vazgeçmeyle birlikte tutkuyla dünyaya sarılmanın çarmıhına geriyor. Hem sessizce bir yorgunluk duygusu hem uzaklaşan bütün güzelliklere karşı kışkırtılmış bir yaşama sevinci… binlerce sözcüğe bölünmüş bir hayat hem bir bütünlüğe varmıştır hem de paramparça olmuştur. Karmaşık insan yüreği işte.
Bir şair için önemli bir yolu tek başınıza yürüdünüz ve kendi sesini henüz gençken, ilk kitabında bulan nadir isimlerdensiniz. İnsanın kendi sesine ulaşması, onunla karşılaşması, henüz gençken yıllar sonraki halini görmesine benziyor mu? Bu biraz kederli, biraz da tedirgin edici gibi… Nasıl tarif edersiniz?
Şiir son derece bireysel bir etkinliktir. Tabii ki bir başınıza yazacaksınız. Üslubunuzu da bir başınıza oluşturacaksınız. Yolun başlarında varacağınız yeri ve o yerdeki kendinizi görmeniz mümkün değil. Bir kitabi bilgi olarak tasarladığınız geleceği ana hatlarıyla görürsünüz ama ona ulaşmanın süreçlerini, yıllar sonra nasıl bir şeye dönüşeceğini, sizin nasıl bir kalbe ve dile dönüşeceğinizi bilemezsiniz. Siz şairsiniz, müneccim değil. Yazdığınız şiir de bir bilicinin gaipten verdiği sesler değil. Siz, gerçekliği yaza yaza yeniden kuran bir dil ve yürek işçisisiniz. Resmin son halini ancak yazdıktan sonra görürsünüz. Üslup, bir kişilik yansıması kadar yoğun bir çalışma ürünüdür ve ancak böyle bir süreçle oluşur.
İnsanın en büyük trajedisi nedir sizce?
Tuhaf bulunmazsa, hayal kurma ve arzu etme yetisidir. Gerçeklikle çatışmanın mayasıdır insanın bu iki yetisi; yaratıcılığın ana rahmidir. Aynı zamanda acının da büyülü bir geleceğin de ana rahmidir. Trajedi insanı dünyadan koparır gibi görünürken onu dünyaya daha güçlü katan bir yaşama gücüdür.
Bu yüzyılın çeyreğine şahit olduk. “Şiir,” Neruda’nın da dediği gibi, “boşuna yazılmış olmayacak” savına inanıyor musunuz?
Yürekten inanıyorum. Şiir yazılmasaydı dünyamız gerçek anlamda bir cehenneme dönerdi. Kaba, düşük, yıkıcı, haysiyetten yoksun, erdemini yitirmiş, kendi kötücül dünyasından başka kimseye inanmayan, yeme-içme ve üremeden başka anlamı olmayan bir insan sürüsü kaplardı dünyamızı. Cehennem yeryüzüne inerdi kısaca. Yaşanacak toplu iğne ucu kadar bir dünya varsa içinde çırpınıp durduğumuz, bütün dallarıyla sanatın yarattığı güzellikten doğan bir dünyadır bu. Yazarak hayatını hak eden her şairin, ömrünün sonuna doğru, Makarenko’nun şu sözünü kendine söylemesi ne değerli olur değil mi? “Bütün hayatım güzel geçti, çünkü beni bugüne getirdi.”
Aslında her şiiriniz Ömür Hanım’a yazılmış mektuplara dönüşüyor diyebilir miyiz?
Ben yazarak Hatice’yi -okurlar benden önce adını Ömür Hanım yaptılar, ben de büyük bir saygıyla katıldım onlara- bu dünyada tutuyorum. Onu, unutmanın simsiyah kuyularında bir başına bırakmayacağım. Hatice ancak ben öldüğümde ölecek. Onu hayatıma katarak benimle yaşatmak gibi bir yüce sorumluluğum var. O nedenle ölümünden bu yana yazdığım her şiirin bir yerinde, açık ya da gizli bir Ömür Hanım avazı vardır. Yoksa sözüm eksik kalacak, ben bencil bir insana dönüşeceğim gibi bir duygu yüreğimi acıtıyor.
Kitaplarınızda, şiirlerinizin gözeneklerinde ölüm teması her zaman hissediliyor ve yer yer ağır basıyor. Ölmemek ya da nefes almak için yazıyoruz diyebilir miyiz?
Ölmemek için değil tabii ki… yaşamın, ölümden ödünç alınmış bir zaman olduğunu derinlemesine anladığımı sanıyorum. Nefes almak için diyebiliriz sanıyorum. Hayatımı ve hayatımızı sevmek için yazıyoruz. Nefrete teslim olmamak için yazıyoruz. Özgürlüğü bedenimizde ve aklımızda duyumsamak için yazıyoruz. Merhamet duygumuzu yitirmemek için yazıyoruz. Eğer böyle olmasaydı, eğer yazmasaydık, biz de incelikten utanan birer zorba olurduk. Dünyayı saran şiddeti üreten, taşıyan, çoğaltan birer kötülüğe dönüşürdük. Erich Fromm’un bir sözünü sık kullanırım: “Ölüme hizmet eden her şey kötüdür, yaşama hizmet eden her şey iyidir.” Yazmak, şiir, müzik, resim… bunların hiçbirisi ölüme hizmet etmez. Ben, ne olursa olsun yaşamı savunmak için yazıyorum.
Yarasaların Avlusunda’nın son bölümüne “Yalımlar” adını vermişsiniz. Sizin felsefeye, düşünceye, hayatın politik oluşuna ve mücadeleye verdiğiniz önemi biliyoruz. Bu bölümde bir iç döküş, aforizmal göndermeler ve kısa nemeler var. Ben bu metinleri hayat felsefenize tadımlık bir bakış olarak yorumladım. Yalımlar’ı dosyanın sonuna ekleme kararını nasıl aldınız?
Ben, biraz abartılı bir söyleyişle, her şairin gizli-açık bir düşünür olduğuna inanırım. Öyle olmasa, bir dünya tasarlayacak hayat bilgisi, yaşama felsefesi olmasa neyi yazacak ve nasıl yazacak? Hayatın çeşitli alanlarında canımı acıtan konuları, insan hallerini şiirin dilini göz ardı etmeden, denemenin inceliğini ve alçakgönüllü bilgisini unutmadan, yer yer küçük öykülemeler yaparak paylaşmak istedim. İnsanın kendini açıklamasının bir farklı yolu olarak kabul edilmesini dilerim.
Şükrü Erbaş’ın Yarasaların Avlusunda’dan sonra neler yazmayı, neler yapmayı planlıyor?
Biraz şiire ara vereceğim. Bunu her kitaptan sonra zaten yapıyorum ama bu biraz uzun sürsün istiyorum. Bir de bir delilik yaptım, yapıyorum; yayınevimden sevgili Derviş Şentekin’in neredeyse üç yıldır kışkırtıp durduğu bir çocuk-genç kitabını bitirmek üzereyim. Sözcüklerle sayılar arasındaki derin, yalın ilişkiyi, bu iki sonsuzluğun bizi nasıl büyüttüğünü, edebiyatla matematiğin yaratıcı bilgisini bir çocuk kalbiyle, diliyle paylaşmaya çalıştığım incecik bir kitap oldu, olacak Ben Annemin Hecesiyim.
edebiyathaber.net (4 Nisan 2025)