Melisa Ceren Hasmaden
İnsanın Acısını İnsan Alır, daha adından okuru saran, sarsan bir kitap. Usta şair Şükrü Erbaş’ın kaleminden çıkma, insana dair sorunlardan insanın var ettiği topluma, toplumsal meselelere uzanan bir yepazeye yayılan düzyazıların ilk cildi. Düzyazı diyip geçersek, kitaba haksızlık olacak. Şükrü Erbaş’ın şiirindeki ustalığın gölgesi elbetteki bu metinlere de düşmüş. Yer yer şiire düzyazıdan daha çok yaklaşan denemeler, öyküye kayan şiirler ve Şükrü Erbaş’ın her zamanki samimi, içten üslubuyla, dupduru Türkçesiyle, bir şiir kitabı olmasa da tam bir Şükrü Erbaş kitabı İnsanın Acısını İnsan Alır.
Daha önce başka bir yayınevi tarafından basılan, ancak uzun zamandır aranıp da bulunamayanlar listesinde yer alan İnsanın Acısını İnsan Alır’ın okurla yeninden buluşması vesilesiyle Şükrü Erbaş’la, ya da okurlarının imza günlerinde, söyleşilerinde ona hitap ettiği şekliyle, Şükrü abiyle kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.
Bağbozumu Şarkıları‘nda yer yer neredeyse düzyazıya kayan şiirlerinizle karşılaşmıştık. Düzyazılarınızın bir araya getirildiği İnsanın Acısını İnsan Alır’da ise şiirsel denemeleriniz var. Acaba Şükrü Erbaş yazını için yeni bir biçem arayışı/biçem yaratma denemelerinden söz edilebilir mi?
Biçem arayışı, evet, ancak biçem yaratma çok iddialı olur. Dünya edebiyatında da, bizim edebiyatımızda da benden önce yazılmış çok başarılı örnekleri var bu “tür”ün… Ne yazarsam yazayım, güncel siyasal bir konu da olsa, çaresiz bir şekilde dilim, şiirin dilinden kopmadı, kopamadı. Bu iyi mi, kötü mü, hâlâ bilmiyorum! Şiir için bazen yük olan öykülemeyi, bir başka ifadeyle minimal öykünün olanaklarını; öykü için bazen son derece sıkıcı olan düz anlatımın yavanlığını şiir dilinin dolayımlı çağrışım olanağıyla harmanlayarak; bunları denemenin alçakgönüllü bilgeliğiyle buluşturarak, yoğunlaştırılmış metinler yazdım. Bir süre sonra bundan hoşlandım. Cümleler/dizeler arasında boşluk olmayan bir örgüyle, okurun giderek tembelleşen şiir ve yazı okuma macerasına azıcık müdahale etmeye; metnin onlara, onların metne hücrelerine kadar işleyeceği bir okumaya sessizce davet etmeye çalıştım. Azıcık “kibirli” bir cümle kuracak olursam, bu denemelere yöneltilen en büyük eleştiri, bunların şiir olduğu yönünde oldu.
Düzyazı ve şiir: Yazma deneyimi ve olanakları açısında nasıl bir farklılıkları var sizce? İnsanın Acısını İnsan Alır‘daki metinlerin şiir değil düzyazı formunda yazılmasının bir nedeni olsa gerek…
Bu sorunun bir bölümünün yanıtını önceki soruda verdiğimi düşünüyorum. Bu biçimin nedeni üzerine birkaç söz etmeye gelince… daha önce benzer bir soruya verdiğim yanıtın bir bölümünü paylaşırsam, umarım sizin için bir sıkıntı olmaz… Halk şiirimizin, divan şiirimizin o bildik, geleneksel kalıpları, aynı zamanda bu şiirlerin hapishanesi olmuştur. Bu hapishaneyi yıkmış görünen modern şiir, şairlere sınırsız bir özgürlük alanı açmıştır ama bu da şairi zamanla bir kolaycılığa götürmüştür. Özle biçimi iki ayrı kategori gibi gören bu kolay algı, dille bir mimari yapı kurmak yerine, şiiri, yerli yersiz dize kırmaya, sözcük oyununa, zekâ sergilemeye hapsetmiştir. Görece özgür bir biçim içerisinde, akla gelen her şeyin söylendiği, kişisel narsizmin özgünlük sanıldığı, bin bir kuşatmayla parçalanmış duyguyu aklın önüne koyan, dünyayı şair için safra sayan bir başka hapishaneye vardırılmıştır yazmak… “Saf şiir” adına gerçeklik küçümsenmiştir. Bu algı ve bakış, şairi seyrek dokulu bir şiire götürmüştür; anlatımcı şiirden uzaklaştırmıştır; dramatik bir yapı kurmanın olanaklarını elinden almıştır. Biraz da buna bir tepki olarak yöneldiğimi söylemek yanlış olmasa gerek.
Edebiyatın diğer alanlarıyla, sanatın diğer dallarıyla ilişkiniz nasıl? Türkülere olan merakınız ünlüdür mesela. Şükrü Erbaş’ın edebiyatı buralarda hangi damarlardan beslenir?
Türküleri çok severim. Şairden çok türkücü sayılacak kadar çok severim. Bildik bir söz olacak ama müziğin her türünü çok severim. Özellikle etno-müziği. Şiirsel imge adına, hiçbir kaygıya kapılmadan bireysel-toplumsal bir derdi söylemek adına, çığlığını dünyaya salmadaki cesaret adına, sözün gündelik dildeki kalıplarının aynı sözlerle nasıl kırılabileceği adına, içtenliğin nasıl bir yaratıcılığa dönüştüğü adına… daha pek çok şey sayabilirim, türkülerden öğrendiğim çok şey oldu. Yaşım itibariyle, hücrelerim onların yarattığı duyarlılıkla yoğruldu. Ancak, onları tekrar etmedim. Edemem. Edilemez zaten. Onlardan, çağdaş şiire nasıl katkılar sağlayabilirim, geleneği yeni hayatları dillendirmede nasıl kullanabilirim, bunları becerebildiğim kadar yapmaya çalıştım.
Resim, tiyatro, heykel… İlişkim sınırlıdır ne yazık ki… Beni haklı çıkaracak epeyce bir neden sıralayabilirim ama hiçbirinin de hükmü olmaz…
Geçtiğimiz günlerde yıl dönümü olan Sivas Katliamı’nda siz de dostlarınızı kaybettiniz. “İnsan bağışlayarak yener yanlışı” diyorsunuz İnsanın Acısını İnsan Alır‘da. Siz bağışlayabildiniz mi? Eğer bağışlayabildiyseniz bunda yazının bir payı/rolü var mıdır?
Hayır… Sıvas, Gezi’deki çocuklar, Roboski… Bizim yaralı tarihimiz böyle binlerce kıyımla dolu… Son zamanların çok sevdiğim bir sözü var: Unutursak kalbimiz kurusun. Ben, ancak kendi kişisel acılarımın sebeplerini bağışlayabilirim. Ve bu bağışlamada elbette yazının büyük katkısı vardır. Babamın bana çocukken vermediği sevgiyi, ölümünden yıllar sonra yaza yaza ondan almaya çalıştım, aldım. Ama kocaman bir toplumsal acıyı bağışlamak ne mümkün… Sonra bu bana düşer mi hiç? Ben Tanrı değilim. İyi ki de değilim.
Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
İlginiz için ben teşekkür ederim…
Melisa Ceren Hasmaden – edebiyathaber.net (26 Temmuz 2014)