Yücel Balku’nun 2000 yılında İnkilâp Kitabevi Öykü Ödülü’nü kazanan, 2001’de aynı yayınevinden “Sükût Ayyuka Çıkar” adıyla basılan hikâyeler derlemesi, diğer öykü, deneme ve şiirleriyle birlikte yazarın yarım kalmış külliyatında yerini alıyor. (Kitap 2011 yılında Can Yayınları tarafından yeniden basıldı.) Eserleri, erken bir ölümle kaybettiğimiz kıymetli edebiyatçıyı sonsuzluğa taşıyor. Gerçeküstü ve gizemli bir dünyanın kalbinden seslenen yazar, değeri belki de önümüzdeki yıllarda hakkıyla teslim edilecek olan sahici sesiyle Türk edebiyatında kendine önemli bir yer açıyor.
Yücel Balku, kokusu tanıdık bir memleketin sokaklarından seslenirken, efsaneler üzerine kuruyor öykülerini. Hayatının sonuna kadar yaşamak istediği Bursa’nın Kozahan’ında çay içtiği avluda Birinci sigarasını tüttürürken, Livane Kalesi’nin dehlizlerine dalarken, Arguri’de 1840 yılında bir depremle yok olan Ermeni manastırının kapısını çalarken okurlarını gerçeküstü bir dünyaya çağırıyor. Gizemli haritalar, kuyular, kelebekler, şişelerde saklanan insan dilleri, yılan sembolleri, elyazması kitaplar ve daha birçok mistik imgeyle zenginleştirdiği bir dünya bu. Öyküleri, içinde perilerin, padişahların eksik olmadığı masallardan, folklorik anlatılardan kuvvet alıyor.
Güçlü kurgularla inşa ettiği hikâyelerin ötesinde, kurduğu gizemli atmosfer ve şiirsel diliyle, merak uyandırıcı, hayalle gerçek arasında gezindiğimiz bir âlemi gözlerimizin önüne seriyor. Öykülerinin tamamı güçlü finallerle son buluyor, çoğunda okurunu bir soruyla ve sorduğu sorunun uzun süre devam eden etkisiyle baş başa bırakıyor. “İyi öykülerin kimyasında bölünmüş kişiliklerin ve cevapsız soruların önemli bir yeri olduğuna inanırım.” diyor Balku. Kimi öykülerinde bu bölünmüş kişilik olgusu, bize kalemi elinde tutanla, hikâyenin kahramanı arasında âdeta mekik dokutuyor. Bu oyunu en güzel şekilde ortaya koyduğu öykülerinden biri, yazarın edebi hayatında da önemli yer tutan “Serpentarius”. Başlangıçta kendini belirgin bir şekilde kahramanından ayrıştıran, ona hükmettiğini, hatta kıyasladığını gördüğümüz yazarın, yavaş yavaş kendi kahramanına dönüştüğüne şahit oluyoruz. “Adem benim uydurduğum bir cehennemin korkusuyla ölüp ölüp diriliyordu,” diyerek kahramanı üzerindeki iktidarını ortaya koymasından bir müddet sonra, “İçimdeki küçük korkuları sindiren büyük bir korkuyla yolun sonsuza değin süreceğini hissederek ve her an her şeyin olabileceğini bilerek koştum.” cümlesini duyuyoruz anlatıcıdan. Böylece nasıl da kıvrak bir dille kendi kahramanına dönüştüğünü izliyoruz. Kendini “aptal” olarak niteleyecek kadar da özünden soyutlanıyor üstelik.
“Genç adam çevresindeki izleri takip ederek (ipuçlarını ben yaratmıştım elbette; postadan çıkan mesajlar, garip rastlantılar vs.) büyük bir komplonun ve bunun tezgâhlayıcısı olan devasa bir teşkilatın varlığına inanmaya başlıyordu” cümleleriyle yazar, geçmişte bir dergide basılmış olan öyküsünden bahsederken, aslında hikâyenin ta kendisine işaret ediyor. Zira okumakta olduğumuz öykü de aynı yönde gelişmeye başlıyor. Finaldeyse, daldığı bir dehlizin derinliklerinde kendi kahramanıyla ve aslında -metnin başında bir kelebeği kurşun kalemle çaya batırıp boğmaya çalışan- aynı sahnenin içinde yüz yüze geldiği kendiyle karşılaşıyor. Hikayeyi yazanın kendisi mi, yoksa öykünün sonunda bulduğu kahramanı mı olduğuna dair hoş ve oyunbaz bir soruyla baş başa bırakıyor okuyucuyu. “Serpentarius”ta diğer tüm öykülerinin kurgularına ilişkin ipuçları olduğunu söylüyor Balku ve “Kalemin kâğıda değdiği noktada sonsuz sayıda olasılık vardır.” diyor. Hem öykünün içinden bir matruşka bebek gibi daha önce yazılmış suretinin çıkması, hem de finalde bizi hikâyenin başlangıcındaki kendisiyle buluşturması – bu anlamda dönüp kendini bulan, kendi kendine bağlanan bir metne dönüşmesi-, Borges’in sonsuz döngüsünü, “Yolları Çatallanan Bahçe”sini hatırlatıyor. Bu yolla selam gönderdiği büyük yazarın “Bu konuları ben seçmedim, konular beni seçti.” dediği gibi, Balku’nun öykülerinde kahramanları da yazarını seçiyor sanki. Yazar kahramanını anlatmaktayken, bir anlamda kahraman da yazarına hükmediyor. Serpentarius’un, Cortázar’ın “Geceleyin Sırtüstü” öyküsüne yaptığı çağrışımı da kabul etmek pekâlâ mümkün. Arjantinli yazarın kendi öyküsü için yaptığı tanımlamayla, Balku’nun bu ve bir dizi öyküsünde de, gerçekliğin yerini tam ve kesin bir biçimde saf fantastik olgu alıyor. “Serpentarius” da, “Abruşak” ve “Sisten Sonra”ya benzer bir hisle, okunduğu sırada yazılmakta olduğu duygusunu uyandırıyor.
Hikâyelerinde kurduğu özgün matematiği, birkaç öyküsünü okuduktan sonra yavaş yavaş çözmeye başlıyor, kurgu hakkında tahminler yürütüyoruz. Yazarın bizi nasıl bir sona taşımakta olduğunu az çok sezebiliyoruz. Bu tahmin edilebilirlik hissi, öyküden ve diliyle kurduğu dünyadan aldığımız hazzı eksiltmiyor, daha çok yazarla kurduğumuz bir tanışıklığı çağrıştırıyor. “İnsanın kendinden sadece birkaç yaş büyük bir babaannesi olmasının tuhaf birşey olduğunu otuz yaşındayken fark etmedim.” cümlesiyle başlayan bir öykü sizi nasıl bir anda içine almaz ki?
“İnsanın menekşe kokusu ile gübre kokusu arasında ayrım yapamadığını iyi bilirdi.”
“Bir saniye sürdü her şey. Bir saniyede anladı insanların kısacık yaşamlarını kendi zaaflarıyla nasıl berbat ettiklerini ve öldü.”
Hikâyelerinde satır aralarına yerleştirdiği bunlara benzer sayısız cümleyle, size derin bir düşünsel âlemin kapısını aralıyor. “Bir öyküyü bitirmek için ölümden daha kesin sebep yoktur sanırdım. Ama öykü bitmedi.” diyor “M.K.C.” hikâyesinde. 34 yaşında geçirdiği kalp kriziyle edebiyat dünyamızı sesinden eksik bıraksa da, onun öyküleri de sona ermiş değil. Genç yaşında sahip olduğu birikimi, zengin iç dünyası ve olgun dilini bizlerle paylaşan kıymetli yazarın öyküleri tekrar tekrar okundukça yaşamaya devam edecek.
İrem Üreten – edebiyathaber.net (24 Aralık 2020)