Psikoloji kitaplarını bilirsiniz. Öncelikle bir tanının varlığından söz ederler, sonra o tanının açıklamasını yapar ve onunla tanışmanızı sağlarlar. Muhtemelen okurların yarısından çoğu kendisini o tanının içinde bulur ya da o tanıyı kendi içinde bulur. “Peki ne yapacağım?” sorusuna cevaplar arar ve kitabı kapattıktan sonra bir yerlere kaldırırlar. Fakat Süper Yardımcı Sendromu, bunlardan biri değil. Yani bir tanı var elbette, açıklaması da var. Fakat insanlara şunu yapın demek yerine “Siz busunuz ve harikasınız.” demeyi tercih ediyor. Çünkü bu sendrom insanlara kötülük yapmaktan çok kendisine kötülük yapmaktan ibaret. Hani şu bildiğimiz “içten harcamak, kaynaktan beslenmek” dedikleri gibi, kendisinden veren insanlardan… British Pyschological Society üyesi Jess Baker ve Rod Vincent’ın birlikte hazırladıkları Süper Yardımcı Sendromu isimli bu yardımcı kaynak, çoğunlukla Jess Baker’ın deneyimlerine yer vererek, yaşarken farkına varılamayacak bir sendromdan bahsediyor. Timaş Yayınları’nın ocak ayı seçkisinde yer alan kitabın çevirisini E. Gülsen Yüksel üstlenmiş ve bence çoğu insanın içinde bulunan o süper yardımcıyı ortaya çıkaracak kitabı dilimize kazandırmış.
Yardım Etme Sanatı, Süper Yardımcı Sendromu ve Sağlıklı Yardımcı isimli üç başlıktan oluşan Süper Yardımcı Sendromu’nu okumaya başladığımda kendimden oldukça emindim. Yardım etmeyi seviyor fakat asla bunu sendrom adıyla bir başka boyutta düşünemiyordum. Beni karşılayan Yazarın Notu bölümünde okuduğum, yazarın görüştüğü insanlardan birinin cümlelerini görene kadar… İşte oradan sonra başından beri bütün işaretlerin beni gösterdiğini fark ettim. Evet, o bendim!
“Bazen tüm ömrümü insanların arkalarını toplayarak tükettiğim hissi beni ele geçiriyor. Şu hayatta yaptığım şeylerin çoğu birilerine yardım etmekle ilgili… Öyle ki birilerine yardım edemediğim zamanlarda suçluluk duyuyorum. Bu, küçüklüğümden beri böyleydi, hep başkaları için bir şeyler yaptım, zira herkes bana gelirken dertlerini de beraberinde getiriyor.” (sayfa 12)
“Bu küçüklüğümden beri böyleydi…” cümlesi bende bir anıyı canlandırdı. Henüz küçükken annemle birlikte şimdi nereye gittiğimizi hatırlayamadığım bir yere arabayla gidiyorduk. Cadde üzerinde bulunan kaldırımlara yakın yürüyen yaşlıca bir adam yerinde sallanıyordu. Annem ben ne olduğunu anlamadan durumu fark etmiş arabayı park ederek yanına gitmişti. Biraz bekledikten sonra ben de inip ne olduğuna bakmaya gittim. Üstü başı pis bir halde kaldırıma oturtulmuş adama meyve suyu içirilmeye çalışılıyordu. “Çok açım, şekerim düştü sanırım” dedi. Özür diledi istemeden başına topladığı herkesten. Herkes bir şekilde yardım etmeye çalışıyordu. Annem de bunlardan biriydi. Adam bu defa yaşadığı mahcubiyetin üzerine ağlamaya başladı. Bir oğlu olduğunu söylediğinde çocuk aklı işte cebimde kendime aldığım çikolatayı ona götürmesi için adama vermiştim. Arabaya geçince de ben ağlamıştım bu çikolata ona yalnızca bir gün yetecek diye. Çöp toplayarak geçinmeye çalışan bir adamın açlıktan bayılmak üzere olduğuna şahit olduğum bir yaştı. “Birilerine yardım edemediğim zamanlarda suçluluk duyuyordum.” Evet o bendim!
Süper Yardımcı Sendromu’nda yazarların anlatmaya çalıştığı şey tam da bu saf şefkatin insanı karşısındakinden daha değersiz görme durumudur. Kilitli yatak odası kapısının ardında kendine zarar veren bir erkek çocuğuyla iletişim kurmanın yollarını arayan, elinde bir dilim pizzasıyla bekleyen psikoterapistin kafasının içinde “Benden tavsiye almak için çat kapı evime gelen ve sonra da öylece çıkıp giden o kadar çok arkadaşım var ki! Ve bu durumun bazı açılardan bakıldığın kırıcı olduğunu da eklemek isterim, çünkü o insanlar sonra birden ortadan kayboluyorlar ve güzel zamanlarda onlardan haber alamıyorsunuz. Bana öyle geliyor ki insanlar size ne yaptıklarını kavrayamıyorlar.” düşüncesinde kendisini belli eden yalnızlık hissi olabilir. Ya da öğrenme güçlüğü çeken ve yaşadığı evde tecavüze uğrayan danışanına kalacak bir yer bulmak için çırpınan bir sosyal hizmet görevlisinin “Olaylara balıklama dalma zorunluluğu -zorunluluk sözcüğü ferahlık hissinin aksi duygular çağrıştırıyor- diğerleriyle sizin aranızda duran bir halat gibi… Ve mevzunun içine dalma pek tabii benim görevim… Düşünmeye ya da itiraz etmeye hakkım yok.” cümlesini kuracak kadar kendisini önemsiz görmesi de mümkün olabilir. Görüldüğü gibi süper yardımcı insanlar kendi ihtiyaçlarını düşünmekten önce yoldan geçen tanımadığı bir insanın ihtiyaçlarını düşünür, onlara yardım ederken kendi içlerinde yaşadıkları fırtınaya bir isim koymakta zorlanırlar.
Jess Baker ve Rod Vincent, bir çözüm yolu bulmak yerine şefkati evi yapmış ve belki de kitap sayesinde böyle olduğunu fark edecek olan insanlara kendisini eleştiren iç seslerine bir karakter oluşturmayı, herkesin uzak durmayı tavsiye ettiği stresten güç almayı, duraklayıp düşünmeyi, hayır diyebilmeyi öneriyor. Jess Baker, kendisini devamlı eleştiren sesine bir karakter vermekten öteye geçip yakın arkadaşına resmini bile çizdirmiş. Bu fikre bayıldım! Vaktiyle mentorum da beni eleştiren, sürekli aşağı çeken o sese bir isim vermemi istemişti benden. Deniz anası demeyi seçmiştim. Sebebini sorduğunda tek başına şahane gözüktüğünü ama yanına yaklaştığım her dakika bana çarpıp kaşınmama sebep olduğunu ya da deniz anasının deriyi yakıyormuş gibi hissettirmesine benzer bir hisle içimde iyi olan yerlere dokunup yaktığını söylemiştim. Bu beni eleştiren o sese kızmak veya onu yok saymak yerine önemseyip bir koltuk vermemi sağlamıştı. Bir hayalet gibi gezinen bir şey değildi artık o. Gözlerim görüyordu. İşte şimdi o yüksek eleştirmenle aynı seviyedeydik. Bu da ondan korktuğum zamanları geride bırakmamı sağladı. Yani Jess Baker ve Rod Vincent haklı! Önemsememek, yok saymak, görmezden gelmek, üstüne basıp geçmek eskide kaldı. Şimdi inadına gözümüzü dikmek zamanı.
Anlatacaklarımın sonuna gelirken Jess Baker’a benim kalbimi bu denli güzel fethettiği için teşekkür etmek istiyorum. Nitekim Son Not’ta anlattığı müthiş bir eylem gerçekleştirmiş danışanları için. Onlara sanat galerilerinden ve müzelerin hediyelik eşya dükkanlarından alıp biriktirdiği kartpostallarıyla gitmiş. İçlerinden birini seçip gelecekteki kendilerine sevgi dolu birer kartpostal notu yazmalarını istemiş. Daha sonra bu kartpostalları istedikleri bir ileri tarihte kendilerine postalamış.
“Sizi de benzer bir çalışma yapmaya davet ediyorum. Gelecekteki kendinize, ona cesaret verecek bir mektup yazın. Bu mektupta, bu kitabı okuyarak edindiğiniz iç görüleri kendinize hatırlatabilirsiniz. Anımsamak isteyeceğiniz bir iki spot çalışmasını da ekleyebilirsiniz. Kendinizi kat ettiğiniz yolu gözden geçirmeye teşvik edin. Gelecekteki sizi, kendinizi acımasızca eleştirdiğiniz zamanlar için affedin. Kendinize her türlü engelin üstesinden geleceğinize dair güvenin ve ihtiyaçlarınıza cevap vermeniz gerektiğini hatırlatın. Her ilerleme için kendinizi tebrik etmeyi unutmayın. Bu yoldan şaşmayacağınızı kendi kendinize tekrar edin… Bunu başarabilirsiniz… Siz harikasınız…” (sayfa 298)
Umarım Süper Yardımcı Sendromu, süper yardımcı insanlara ulaşabilmeyi başarır. Dileğimi büyütüyorum ve diyorum ki umarım psikoloji kitabı okumayı sevmeyen hiç olmadık insanların dahi önüne düşer de burada anlatılan o gerçek hikâyelere değer gözleri. Bu ilgiyi hak edecek bir inceliğe sahip çünkü. Beni sonlara doğru ağlatabilen bir psikoloji kitabı. Düşünebiliyor musunuz, psikoloji kitabı okuyup iki psikoloğun beni benden daha iyi tanıyıp sarıp sarmalamasından kaynaklı bir duygu boşalması yaşadım. Ölsem de unutmam. Umarım siz de hep hatırlarsınız, kendinizi ve sizi siz yapan her şeyi.
edebiyathaber.net (23 Ocak 2024)