İnsanın bu dünyada kendine ait bir yaşam kurması zor. Çünkü dış dünyadan bağımsız olmak kendi hakikatinle bir varlık göstermek, doğduğun günden itibaren üzerine giydirilmiş her türlü verili koddan kurtulmak mümkün görünmüyor. Böyle bir çaba içerisine girmek ise var olduğun günden içinde bulunduğun ânın şimdisine kadar geçen süreç ile yüzleşmeyi, üzerine sen farkında bile olmadan biçilmiş olan tüm elbiseleri yırtmayı, boşluğu, yurtsuzluğu, yalnızlığı ve huzursuzluğu getiriyor. Daha bebekken toplum tarafından kanaviçe gibi tek tek düğümlerle işlenen bir varlık çünkü insan. O düğümleri çözmek, tüm bu üzerine işlenmiş olandan sıyrılabilmek demek.
Geçtiğimiz günlerde Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan, Nil Sakman’ın “Süreyya” adlı novellası da genel olarak bu durumdan bahsediyor. Yazar, Süreyya karakteri üzerinden insanın “fırlatıldığı” bu dünyada nasıl çaresiz bir varlık olduğu gerçeği ile baş başa bırakıyor okuru. Karakterimiz Süreyya çocukluğundan itibaren ait hissedemediği dünyada kendi hakikatine ulaşmaya çabalıyor. Tüm bu aidiyetsizliğin getirdiği yurtsuzluk hissi, her yerin yabancısı, kimsenin kimsesi olamama durumu ve tüm bunlardan kaynaklanan geçmeyen bir huzursuzluk duygusu ile sizi karanlık bir atmosfere götürüp, bırakıyor. Bu karanlık insanın karanlığı bir bakıma bana göre çünkü Süreyya’nın hissettiği kendi varlığını bulma, bireyliğini ilan etme, verili olana sığamama durumunu yaşayan her insanı ilgilendiren bir konu. Okur açısından düşününce o karanlığı, insanı devamlı huzursuz eden varlık kaygısını yazar kapalı bir üslupla, çok süslemeden betimlemiş diyebilirim. Özellikle yaratılan atmosferin okuru içine alan, karakterle birlikte dertlenen, onun bahçesinde gezinebilen bir yan içermesi, insanı Süreyya’nın karanlık çaresizliğine bırakması, bence metni başarılı kılan yanlardan.
Süreyya’nın kendine ulaşma çabası tüm bu duygu durumları ile düşünüldüğünde bir çaresizlik hissi bırakıyor. Çünkü bu çaba onu devamlı bir yüzleşme, geçmiş ile hesaplaşma, bu duruma düşmesinin ardında yatanın ne olduğuna ulaşma gayreti içerisine sokuyor. Yurtsuzluk, huzursuzluk, ben kimim sorusuna cevap bulamama onu geçmişin dehlizlerinde devamlı kazı yapmaya itiyor. Bir başkası tarafından tanımlanmak istemiyor Süreyya, kimsenin bahçesinin çiçeği olmak istemiyor, dünyanın bu çürümüşlüğü içerisinde düzenli bir bahçenin biçilmiş çimleri üzerine konduruluvermiş, tüm övgüleri üzerine toplayan herhangi bir bitki olmak istemiyor. Bu nedenle de onu kendi bahçesinde hayal eden şiirler yazan, adına kitaplar adayan sevgilisini terk ediyor. O seçimini kendi başına yolunu çizmekten yana yapıyor. Tüm o sahte ilişkilerin içerisinde, dünyanın gerçeklerinden uzak, her taşı bir düzene uydurulmuş, her çiçeği özenle seçilmiş bir bahçenin sisteminin parçası olmak istemiyor. Buradaki bahçe imgesi üzerine düşünmeye değer. Bahçe bana kalırsa burada düzenli, kurgulanmış, olması gereken, verili tüm rolleri barındıran bir kuruma gönderme yapıyor. Bu kurum sevgilik de olabilir evlilik de. Erkek karakter Vuslat Bey, kendi bahçesinde ama kendisi gibi olmayan bir Süreyya hayali kuruyor ona adadığı şiirlerde. Belli ki bu nedenle Süreyya onu terk ederken, aslında tüm o kurumsallığı reddediyor diyebiliriz. Bu bir anlamda onun tüm o süslü cümlelerin altında yatanla yüzleşmesi ile de ilgili.
Nil Sakman’ın Süreyya’sı kendisiyle yüzleşirken toplumsal cinsiyetin getirdiği kurgulanmış rolleri de didik didik ediyor. Dünyada bir türlü kendisi olamamasının nedenlerini sorgularken, kırıldığı, üzerinde iz bırakan olayları tek tek hatırlayıp şimdisinin süzgecinden geçiriyor. Süreyya kültürel kadınlığın getirdiği yük ile ilk kez okulda karşılaşıyor; “… tam arkasını dönüp eve yollanacakken, kıllara bak demişti oğlanlardan biri, erkek gibi” O, o gün fark etmişti belki de “kadın gibi”, “erkek gibi” bir olma biçimi olduğunu. Bu biçimlenmelerin nasıl da kırıcı olabildiğini, erkeklerin dünyasında varolmanın ağdalı bacak gerektirdiğini. Çocukluk arkadaşlarının “kanadığı” gün birer birer sokaklardan çekilişini hatırlıyor şimdi, oyunun bitişini eve kapatılmanın ve verili kadınlık kimliğine tüm rolleriyle sarılmanın zamanının nasıl geldiğini. Bunlar mıydı acaba Süreyya’yı kendi varlığından koparıp alan, yersiz yurtsuz bırakan, uyumlanamadığı rollerden miydi şimdiki zamanının karanlığı bilmiyordu, ama şu soruyu sormayı da ihmal etmiyordu; “Ruhun cinsiyeti var mıdır Süreyya?”
İnsanın ilk tanımı ismidir. İsimler seçilirken aslında bir insana anlamlar yüklenmeye başlanır. O insanın kim olmasının istendiğine dair ilk verili durumdur belki de bu adlandırma. Süreyya da kendi hakikati için gayret ederken isminden bahsediyor, her anlamını araştırıyor. İsminin anlamı yıldızlarla ilişkili onun, örneğin eski dilde şöyleymiş; “Kuzey yarım kürede Sevr burcunun en parlak yıldızı olan Eddeberân’ın ilerisinde ve Feres-i azam istikâmetinde görünen güzel bir yıldız kümesi” bu afili tanıma baktığında Süreyya yine bir yüzleşme durumuyla kalıyor bence çünkü kendisine verilen anlamı karşılamıyor. Dünyada bir yıldız değil. Ki dünyada bir yıldız olmak için onun tüm verdiklerini alıp kabul etmeli, ona itaat etmelisin. Ancak Süreyya gibi olanlar, huzursuzlar, dünyayı alıp başının üstünde taşımaktansa onun kirini yüzüne vuranlar için bir yıldız olma hâli yok maalesef. Çünkü birey toplumda yer bulamamışsa, onun kurallarına göre hareket etmemişse Süreyya gibi ve ona benzeyen pek çok insan gibi bu dünyada karanlık, mırıltılı bir varlık olmanın ötesine geçemiyor. Oysa insan “şey” olarak var olur dünyada, ona “bir şey” olma yükü yüklenir, o yük “biz”i getirir, o bizin sınırları bellidir ve “ben”e çok uzaktır.
Süreyya hasta, öleceğini düşünüyor. Dünya ile tüm hesabını kapatmak, tüm hissettiklerinin nedenini bulmak, bu hâle gelmesinde neyin rolü olabileceğinin yanıtına ulaşmak istiyor. Unutulmuş çok kimsenin tanımadığı, acısını acısı bildiği, içselleştirdiği bir yazarın mezarını arıyor. Mezarlıklarda ölülere öyküler yazıyor. Ölüm karşısında melankoli üretemediğini fark ediyor, herkes gibi davranamıyor bu sonluluk durumunda çünkü ölümün sadece bürokratik işlemler yığını hâlini aldığı dünyanın farkında, bu sonsuz yokluğun insan için var olmanın imkânsız boşluğundan daha mantıklı olduğunun bilincinde ki zaten hep ölümle iç içe yaşamış. Ölüm onun için belki de tüm yüzleşmelerin sonu, huzursuzluğun bitişi, hiç tatmadığı bir yerli olma hissi. Sanırım bu nedenle mezarlık metinde önemli bir imge. Dünyanın tüm kargaşasından, insanın tüm varlık kaygılarından arındığı belki de sonunda kendi hakikatini bulduğu yeri simgeliyor.
Nil Sakman’ın “Süreyya” adlı anlatısı okuru içinde kaybedebilecek bir metin. Daha önce bahsettiğim gibi özellikle atmosferin, karakterin iç dünyasını yansıtan karanlık yanını sevdiğimi söyleyebilirim. Yazar, çiçekli bahçelerdense kurumuş otları olan mekânları, mezarlıkları, sığınılmış bir evi, yalnızlığı, yaraları, hastalıkları taşımış kitabına ve belki de tüm bunlar dünyanın kusurlarını ve insanın varlık kaygısının sonu gelmeyen sızısını simgeliyor.
Emek Erez – edebiyathaber.net (13 Mart 2017)