Sürgün diller sürgün zamanlar | Feridun Andaç

Aralık 8, 2020

Sürgün diller sürgün zamanlar | Feridun Andaç

Bir ân’dan, bir zamandan geçmektir sürgünlük.

Yerden/yurttan uzaklaşma, yeni bir yere kavuşmadır. Bir yanıyla yabanlıktır, yad olmaktır.

Gitmek, giderken de kopuşu ve bağlanışı yaşamaktır sürgünlük.

Yersiz yurtsuz kalmayı göze almaktır.

Sürgün yalnızlığı, sürgün savrulması, sürgün yaratıcılığı tanıklıklarına doğru yürüdüm hep.

Dostlarım, arkadaşlarım, edebi akrabalarım oldu bunlar arasında.

Gitmeyi, çocukluk yurdundan göçüp, kendi içsürgünlüğünü yaşamayı seçen biri olarak; bunun sızısının, ayrıksılığının ne anlama geldiğini bilirim.

Bu yüzdendir belki de şu birkaç adı sürgün yalnızlığımın ilk sırasında tutar, yol arkadaşı kılarım onları kendime:

Eduardo Galeano, Juan Goytisolo, Julio Cortazar, Mehmed Uzun, Nâzım Hikmet ve Demir Özlü.

Bunların sürgünlüklerinin ortak yanları olmalı elbette. O düşüncenin ötesinde yolculuklarda kesişti yollarımız her biriyle. İçdil, uzdil, kopuşun dili belki de en yakın çekim odağıydı onlardan bana… Bükümlenen duyumlarının yeni zamandaki sesi neydi, hangi gerçeklik onları çekip almıştı, hangi sürükleniş çıkarmıştı onları bu kıyısız yolculuğa… kopuşu yaşarken bağlanışın zamanına geçtiklerini nasıl keşfetmişlerdi… Ve daha birçok şey gelip bulmuştu beni onlardan yana…

Uzakta, yurtlarından koparılarak yaşamak yazmak  zorunda olmaları onları diğer sürgünlerden farklı kılan yanları değildir kuşkusuz. Yaralı bir dille yazmanın uğuntusundan geçseler de; her birinde apayrı bir bakış/dil/duyuş dokusu, tarih anlayışı var. Ama gelip bağlandıkları yer sürgün ada’nın yalnızlığı, sığındıkları dil yurdunun ve yurt özleminin onları sürekli beslemesidir. Oradan da özgün bir duyarlık yaratmalarıdır.

Galeano, o deneyiminden şunları çıkardığını imliyordu:

“Sürgünde karşılaştığım yeni gerçeklik, hiçbir zaman neysem o olduğum için beni aşağılamıyor, tersine, kendimi bu gerçeklikte tanımlamasam da, kendimi yabancı hissetmeye devam etsem de, eğer ona korkusuzca katılabilirsem zenginleşir, bu yüzden beni de zenginleştirir. Yazarlar için sürgün deneyimi şüphesiz bir dil sorunu da dayatır. Yalnızca dilde değil: yaratıcı diyalogun mümkün olabilmesi için, kesin bir biçimde bizi pek çok anlamda ‘yeniden doğmaya’ zorlar. Ama aynı zamanda potansiyel iletişim ve buluşma mekânlarımızı da arıtmaz mı?”  (1)

Sürgün, işte orada, yeni bir zamandadır. Kendi yarattığı zamana geçişi için bu deneyimi öncelikle yaşaması gerekir. Baş başa kaldığı tek şey bağlandığı dilidir. O bir yurttur sürgün deneyiminde onun için. Sürgün ada’sının barınağıdır aynı zamanda.

Ne diyordu Goytisolo:

“…Sürgün sınavı, yazarı kendi gerçeğiyle yüzleştiriyor; hiç kimse o sınavdan yara almadan çıkmış olmakla övünemez. Yalnızca ve bütünüyle doğdukları ülkeye bağlı bulunan yazarlar vardır, onlar için sürgün ölü bir zamandır; bazılarıysa benimsedikleri ülkeye az çok başarıyla uyum sağlarlar;-ki benim de içinde bulunduğum-üçüncü bir grup terk ettikleri ülke gibi, yerleştikleri ülkeye de yavaş yavaş yabancılaştıklarını duyarlar. Birçoğu anadillerini bırakır, Seine Nehri’nin kıyılarında Fransızca yazarlar. Benim durumumda, olanaksız geliyordu bu: Yazar kendi dilini seçmez, diye düşünüyorum ben, aslında dil onu seçer ve sürgündeki yazar için dil gerçek vatan yerini tutar. Fransızca benim için hiçbir zaman işimin gereci olmadı, ancak bir toplumsal iletişim aracı oldu.” (2)

Uzaklaştığın dil bağlandığın dil olur zamanla. Ve göçersin hep o dille koptuğun yurduna, yurdunun zamanlarına. Bir barınaktır sana dil, adeta yeni bir yurt. Dışta olanları yaşarken de onun içsesiyle katılırsın hayata. Düşlerin, imgelemin hep onun sağanağında biçimlenir. Ama sürgün yalnızlığı gene de dilinin gölgesinde seni ufalar!

Diyordu ya Cortazar da:

“Şurası kaçınılmaz gerçek ki, her sürgün olayı şoktur.  Bir travma getirir beraberinde. Sürgün edilen kişi bir kadındır, bir erkektir, yani bir insandır; sahip olduğu her şeyi bir anda bırakıp çıkar, ailesinden, çok iyi koşullardan, bir yaşam biçiminden, havanın kokusundan, göğün renginden, alıştığı evlerden, sokaklardan, kütüphanesinden, köpeğinden, arkadaşlarıyla buluştuğu kahvehanelerden, gazete, müzik ve kent içi gezilerinden koparılmıştır, bir aşkın aniden sona ermesi   gibidir, aklın havsalanın alamayacağı korkunç bir ölümdür; çünkü bilinçli olarak yaşamayı sürdüreceksinizdir.”  (3)

Sürgün zamanlar uzaklaşma/kopuş zamanları gibi gelse de aslında yeni bir bağlanışın dilini kurdurur size. Görme yolculuğunuzla birlikte duyuşunuz, algınız, hatırlama bilinciniz başkalaşmıştır artık. Dilinizle, yaşadığınız zamanla, ötede bıraktığınız zaman arasındaki ilişkiniz de bu başkalaşımdan payını almaktadır üstelik.

Demir Özlü ile Stockholm’de buluştuğumuzda Mehmed Uzun’u tanımıştım. Geldiğimi öğrenince çıkıp ulaşmıştı, belleğimde iz bırakan cafeye… Onun zorunlu sürgünlüğü 1977’de başlıyordu. Sürgünde ilk karşılaştığı kent Şam’dır. Bir ayrılık ve ceza barınağına düşmüştür yolu onun da. Öyle ki o durumunu şöyle dillendiriyordu bir yazısında:

“Bu ruhsal durum, sanırım, ortak bir kaderdir; toprağından, sevdiği insanlardan, kokulardan, renklerden, arzu ve amaçlardan zorla koparılan bir insanın geleceği, sürekli geriye dönük oluyor. Ruh ve yürek, geçmişin türkülerini mırıldanıyor. Gözler artık geride kalmış insanların yüzlerini arıyor. Yalnızlık duygusunun ağır perdesiyle örtülü geceler, geçmişin hayalleriyle doluyor. Artık her şey şu sözde ifadesini buluyor: Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer…”(4)

Giderken yüzü hep geleceğe dönük biri olan şair Nâzım hikmet ise, sürgünlüğünü bir türlü sindiremez içine. Adeta; “bir ayrılık, ir yoksulluk, bir ölüm” gibi görür gitmenin sızısını. Sürekli de bunu yazar durur: “yitirdiğim memleket” der…

“İki şey vardır ancak ölümle unutulur

anamın yüzüyle şehrimizin yüzü”

O uzaklıkta sürekli döndüğü yerdir koptuğu kent/yurt…

“Anadolu’m, ah Anadolu’m.

Uçak uçuşu ile iki kanatlık yerdesin buradan.

Yırtık boş bir heybesin

sıtmalı omuzlarında insanlarımın,

Anadolu’m, ah Anadolu’m,

Belki artık bir mezar boyu uzaksın benden.” (5)

Kopuşun dili ağuludur elbette. Sürgün, bunu en derinden hisseden, yaşayandır. Karşıdadır, ötede. Dönülmezlik çizgisinden bakarak ulaşılmaza seslenir kimi kez. Ve elbette ki geçmiştir onun belleğinin sızısı… Orada saklı tuttuklarıdır dille tutundukları aynı zamanda.

Demir Özlü ise işte o kıyıda var eder anlatısının yeni dilini. Sığındığı yerden döner yurduna dil aracılığıyla. Bellek hep gelgitindedir zamanın:

“Böyleydi, böyleydi burası. Başkaca bir şey yoktu. Sonra da, beş yıl sonra, bir süre oturmak için bu kente göçtün. Yaz mevsimiydi. Kendi yurdunda insanların birbirilerini öldürmeleri bitmiyordu. Kentin çeşitli yerlerinde bombalar patladı. Yaşadıklarından biliyordu: Askerler gene iktidarı alacaklardı. Bankaların önüne silahlı erler yerleştirilmişti. İktidarı ele almaya karar verecek onlar olmadığı halde belliydi: Gidecekleri yoktu. Kimsenin de kılı kıpırdamıyordu. Kahvelerde, barlarda, teraslarda herkes gündelik şeyleri konuşuyordu. Cinayetlerden de pek söz etmeksizin. Bıkkınlık, korku, kendiliğinden boyun eğilen alçaklık, çaresizlikti bu. Burada, yaz güneşinin altında oturuyor, birkaç ay önce  yaşanmış olan bu geçmişi, çok eskide kalmış gibi düşünüyordun. Her şey orada kalmıştı. Onu zihninde taşıyan sendin. Buradaki gazetelere yansıyan küçük haberleri kimse senin gibi algılamıyordu. Pek  okunduğu bile söylenemezdi. Uzakta, ayrıntının ayrıntısındaydı o küçük haberlere yansıyan olaylar. Oradaydı. Uzakta. ‘Uygarlığı kuşkulu’ bir yerde. Pek uzaklarda. Birkaç sözcüktü sadece. Herkes başka şeyler düşünüyordu. Batı’da olup bitenlerdi onları ilgilendiren. Acıyı çeken sendin.” (6)

Şimdi geçilen bir yol, kırılgan bir zamandır sürgünlük. İçte ve dışta yaşanan; sürekli sızılarla beslenen bir düş ötesi bağlanıştır, yeni bir dilin içsesinin yolculuğudur hem de…

Sürgünün her yerdeki yalnızlığının başkenti gene de dilidir. Ama başkalaşan, bükümlenen, kendini kaybedip kaybedip yeniden ören/bulan dilidir…

_______

  • Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz, Çev.: Bülent Kale, 2008, Metis Yay.,  195 s.
  • Juan Goytisolo, Yeryüzünde Bir Sürgün, Çev.: N. Gül Işık, 1993, Metis Yay., 188 s.
  • Julio Cortazar, “Sürgün ve Sürgün Edebiyatı”, Sürgünlüğün Bin Yüzü: Sürgünde Edebiyatçılar, Feridun Andaç, 2004, Can Yay.,  300 s.
  • Mehmed Uzun, “Bir Hüzündür Ayrılık”, agy.
  • Nâzım Hikmet, “Romanya’ya Dair Lirik Röportaj”, Son Şiirleri, 1989, Adam Yay., 190 s.
  • Demir Özlü, “Orada Kalmak”, Sürgün Küçük Bulutlar, 2012, YKY.,

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (8 Aralık 2020)

Yorum yapın