Yaklaşık 10 yıl önce, fotoğrafla ilgelenmeye başladığım sıralarda, Susan Sontag’ın Fotoğraf Üzerine isimli kitabını okuduğumda, hem onun fotoğraf aracılığı ile yarattığı dünyadan hem de fotoğraflardan yola çıkarak böyle bir dünya yaratabildiği için Sontag’dan büyülenmiştim.
O zamandan beri kitaplarını, söyleşilerini, ona dair yazılanları takip ediyorum. Fotoğraf Üzerine başucu kitabım oldu. O kadar ki Fotoğraf Üzerine’yi okumayan bir fotoğrafçıya fotoğrafçı diyemiyorum. Fotoğraf Üzerine için hani neredeyse fotoğrafın kutsal kitabı denebilir.
Sontag’ın savaş ve katliamların görsel anlatım yöntemleri ile sunumunu masaya yatırdığı Başkalarının Acısına Bakmak isimli kitabı da fotoğrafçıların olduğu kadar görsel sanatlarla ve belgesel çalışmalarla ilgilenen herkesin okuması gerektiğini düşündüğüm kitaplarından biri. Çok etkilendiğim ve önemli bulduğum bir kitabı da Metafor Olarak Hastalık. Bu kitap, hastalıklara, özellikle kanser ve aids gibi hastalıklara bakış açımı ciddi biçimde etkiledi. Hasta ile kurulacak sağlıklı ve doğru iletişim açısından, tüm doktorların okuması gerektiğini düşünüyorum.
Ona benim gibi çok değer verenler için günlüklerinin yayınlandığını öğrenmenin ne anlama geldiğini tahmin ediyorsunuzdur. Fotoğrafa, yaşama ve yaşamımızdaki pek çok kavrama dair söyledikleri ile bizleri bu kadar etkileyen kadın nasıl biriydi, o yazıların ardındaki birikim ve geçmiş nasıldı, bu yazılar nasıl ortaya çıkmıştı?
Yeniden Doğan ismi ile yayımlanan Susan Sontag’ın günlükleri, oğlu David Rieff tarafından yayına hazırlanmış. Kitap Rieff’in önsözü ile başlıyor. Rieff, bu kitabın üç cilt halinde yayınlanacak günlüklerin ilk cildi olduğunu, aslında bu günlüklerin yayınlanmasını Sontag’ın istemeyeceğini düşündüğünü, ancak annesinin günlük olarak tuttuğu bir sandık dolusu defteri bir vakfa bağışladığını ve birgün nasılsa birilerinin bu günlükleri yayınlayacağını, bu nedenle de kendisinin bu işi üstlenmesini daha doğru bulduğundan günlükleri yayınlamaya karar verdiğini söylüyor.
Kitapta yer alan, Sontag’ın kültür, sanat ve özellikle edebiyat alanında yaptığı çalışmaları içeren, bu konulardaki tutkusu ve ilgisi ile ilgili bölümler beni elbette şaşırtmadı. Ancak kitaplarında karşıma çıkan son derece kendine güvenen, gündeme aldığı ve savunduğu konularda okuyucuyu güçlü bir şekilde ikna eden yazar Susan Sontag’ın özel yaşamındaki kendine güvensizliği, çelişkileri ve bunlarla başa çıkma konusundaki çırpınışları, zorlanmaları beni oldukça şaşırttı. 1958 Şubat’ında günlüğüne şunları yazmış:
“Şimdiye dek tutkum –ya da tesellim- hayatı anlamaktı. (Yazarın tinselliği hakkında yanıldım mı yoksa?) Artık tek istediğim hayata rağmen yaşamayı öğrenmek.” (sayfa 196)
Kitapta en ilgimi çeken bölümler Sontag’ın okuduğu kitaplar, bu kitaplara dair düşünceleri ile yaşama ve sanata dair düşüncelerini yazdığı bölümler oldu. Günlüklerin bu ilk cildi ile Sontag’a ait okuduğum kitapların altyapısınına dair bir parça bilgi sahibi olduğumu düşünüyorum ki bu benim için önemli.
1947-1963 yılları arasında tuttuğu günlüklerden bölümler içeren kitabın bu ilk cildinde, Sontag’ın fotoğrafla olan ilişkisine dair hiçbir cümleye rastlayamıyoruz maalesef. Buradan 1963 yılına, yani 30 yaşına kadar Sontag’ın fotoğraf konusunda bir ilgisi olmadığı sonucuna varabiliriz.
Sontag okuyucuları bu kitapta, yazarın ilk romanı Benefactor’a dair birçok not bulacaklar. İlginçtir ki; Sontag üstün yetenekli bir çocuk olup bu çocukların gittiği özel okullarda okumasına, henüz 15 yaşında Berkeley Üniversitesi’ne kabul edilmesine ve özellikle yazarlık konusunda başarılı olmasına rağmen, Sontag’ın günlüklerinde bu konulara pek değinmediği gibi üstün özellikleri konusunda bir öğünme ile de karşılaşmıyoruz. Aksine, sürekli iyi yazamadığından, bu konuda yeteneği olmadığından dem vuruyor.
Klasiklerin büyük bölümünü henüz 9 yaşında iken okumuş. 1958 tarihinde şunu yazıyor günüğüne: “Beyaz aklımı kitaplarla suluyorum.” (sayfa 178) En sevdiği ve kişiliğini etkileyen yazarların Andre Gide, Thomas Mann, Jack London, Kafka ve Proust olduğunu görüyoruz. Kafka için “Bütün yazarlar bir yana, ona nasıl da hayranım!” (sayfa 72) diyor. 1959 sonbaharında, yine çelişkilerle ve yaşamın zorlukları ile boğuştuğu bir dönemde, günlüğüne Kafka’dan şöyle bir alıntıyı yazmış: “Belli bir noktadan sonra artık geriye dönüş yok. Ulaşılması gereken nokta işte bu.” (sayfa 221)
Bu günlüklerde sık sık dile getirdiği ilginç bir tespiti var Sontag’ın: İyi yazarlarda görülen en önemli ortak özellik hepsinin egolarının yüksek oluşu. Örneğin 1957’de, 24 yaşındayken günlüğüne şunu yazıyor:
“İyi yazarlar büyük egoistlerdir, hatta budalalık sınırında dolaşırlar. Benim gibi aklı başında eleştirmenler onların hatalarını düzeltir – fakat eleştirmenlerin aklı başındalığı dahinin yaratıcı gücünün asalağıdır.” (sayfa 169)
Kitaba dair iki eleştiri söylenebilir. Günlüklerden kitaba alınacak kısımlar seçilirken Susan Sontag’ın kısa notlarına fazlaca yer verilmiş ve bunların büyük kısmı öncesi ve sonrası bilinmediğinden anlaşılmıyor, kitabın akışını da zorluyorlar. Bu hali ile de pek sorun oluşturmuyor, ama kitap genelinde Sontag’ın hayatında önemli yeri olan kavram ve konulara dair metinsel bölümlerin tercih edilmesi daha iyi olurdu düşüncesindeyim.
Diğer konu ise, Sontag’ın eşcinselliğine dair yazdıklarına kitapta çok yer verilmesi. Günlükleri yayınlanacaksa elbette ona dair her konuya yer verilmelidir. Eşcinselliği ve bunun Sontag’ın hayatını, yazarlığını nasıl etkilediğine dair günlüklerinde yer alan bölümler elbette okuyucuları için önemli olacaktır. Örneğin 1959 yılında yazdığı şu cümleleri onun yazar kimliğini anlamak açısından önemli buldum: “Yazma arzum [SS önce ‘ihtiyacım’ yazıp üzerini çizmiş] eşcinselliğim ile ilgili. Yazar kimliğine, toplumun bana karşı kullandığı silaha karşılık verebilecek bir silah gibi ihtiyacım var.” (sayfa 226) Kitapta bu konuya çokça yer verilmesi, sanırım biraz pazarlama kurnazlığı olarak tercih edilmiş.
Sontag günlüklerinde en merak ettiğim bölümler fotoğrafa dair yazdıkları olacak. Bu nedenle günlüklerin devamını heyecanla bekliyorum.
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (7 Kasım 2013)