Sustuğumuz yerde başlayan… | Feridun Andaç

Mart 8, 2016

Sustuğumuz yerde başlayan… | Feridun Andaç

feridun andac 10.tif Üzüldüm sonra. Bir dizi soru hazırlanıp konmuştu önüme. Okunmamış bir kitap üzerine üstelik. Daha ilk satırdaki cümle yanlışları, anlam bozuklukları beni durdurmuştu. Sabırla sonuna kadar okuyunca, muhatabıma şunu yazmıştım kısaca: ortaokul düzeyinde birinin daha iyi hazırlayabileceği bu soruları yanıtlamam mümkün değil. Üstelik kimdir soru soran? Eminim ki kitabın kapağını bile açmamış, kimse bunları yazan, lütfen beni bu tür “şey”lerle muhatap etmeyin.”

İnanın bir kibir yoktu sözlerimde, ya da bir kendini bilmezlik. Kızgınlığım iğretiliğeydi, işini bilememe, kendini verip yapamama. Kitabıma dair edeceğim sözlerle allanıp pullanıp vitrine çıkmak gibi bir derdim olamazdı üstelik.

İşini iyi yapana her zaman saygı duymuşumdur. Özenle yapılıp sunulan her şey beni heyecanlandırmıştır. Ama bu savsaklayıcılık yok mu, “yapıyormuş” gibilik halleri… Hayatımıza sinen bu olmamışlık/oldurulamama/yapamama/edememe halleri… Çocuksuluk, büyüyememişlik ötesi bir şey… Kolaycılık, bilgisizlik… Merak ve öğrenme duygusundan yoksunluk….

***

Yakın zamanda izlediğim onca iyi filmle birlikte Marlon Brando belgeseli ( Listen to me Marlon) beni o denli etkilemişti ki birçok eşime dostuma önermekten alamamıştım kendimi.

Aslında iğretilik sustuğumuz yerde başlıyor diye düşünürüm. Yaşam döngümüze bakınca bunu hayatın her alanında görmek mümkün. Sustukça bunların daha da çoğaldığı yerdeyiz şimdi. Çünkü toplum olarak eğiterek öğreterek yaşamayı seçmiyoruz; yıkıyoruz önce, sonra da onararak yaşamayı “inşa” etmek olarak alıyoruz. Her şeyi yıkıp “inşa” edelim.

İnsanın kendi katedralini kurmasından söz ederim sıklıkla. Özellikle de Gaudi’nin eserlerini göstererek… Çünkü insan hiçbir zaman kendini tamamlayamaz, ama sürekli “inşa” eder. Belki de buna “onararak yaşamak” demeli. Bu de bir çok şeyi barındırır aslında, eğitim de dahil.

Bunları bilemediğimiz için her şeyimiz iğretilikle donanmış.

Bunu bir öğrencim, “rahimde kalmak, çıkamamak” olarak nitelendirmiş; “Cumhuriyet’in çift cinsiyetli doğduğu”nu imlemişti. Çok da haksız değildi o!

Kuşkusuz bu da bir bakış, yorum. Gene de Oğuz Atay’ın altını sıklıkla çizdiği “çocuk kalma”dan da başka bir şeydir bu.

Mesleksizlik demiştim geçenlerde bir yazımda. Bu artık, bir mesleksizlik hastalığına bürünmüş durumda. Ki, bunu en iyi, medyada yayın dünyamızda gözlemlememiz olası. Hele hayatın diğer alanlarına açılınca bir dolu örnek çıkar karşımıza.

İnsanın eğitimsiz, mesleksiz bırakılması… Ve ortaya salınması…

Geçenlerde çocuk yaşta seri katil olan bir gencin öyküsünü okurken şu sözleriyle karşılaştım: “Eğer bir iş bulamasaydım yeniden birini öldürüp içeri girecektim!”

“Firari katil yakalandı” diyerek verilen haberin arka planını okuduğunuzda Türkiye gerçeği çıkıyordu aslında karşınıza.

Bununla yüzleşmekten çoğumuz ürküyoruz, korkuyoruz, ya da görmezlikten gelip susuyoruz. Bilmiyoruz ki her şey sustukça çoğalıyor.

Öyle bir zaman geliyor ki, sözün bittiği yerde kalakalıyoruz.

Tahsin Yücel’in romanlarını anlatıyordum geçen gün bir seminerimde. Bugün yazılsa da, bugüne bakılarak kurulsa da yarının romanlarıdır bunlar demiştim Peygamberin Son Beş Günü, Bıyık Söylencesi, Yalan, Gökdelen, Kumru ile Kumru, Sonuncu romanlarını anarak.

Tahsil Yücel bize, işte o iğretiliklerimizi gösteriyordu. Sustukça bir virüs gibi büyüttüklerimizi.

Edebiyatın görevi de budur bir bakıma. Uyarmayan, göstermeyen, taşımayan, aşı yapmayan yazarın yazdıklarını inandırıcı bulamam.

Kendini vermek/adamak diye bir şey var. Bir işte, bir uğraşta başka türlü verimli/başarılı olmanın yolu yok. Ne vitrinde olarak ne de her türlü iğretiliğe boyun eğerek yapamazsınız bunu.

Gençleri eğitimsiz, mesleksiz bırakarak toplumda ufalanarak yaşamalarına kapı aralarsanız sonuçlara da katlanırsınız.

Bir ülkenin geleceği böyle kurulamaz.

“Cuma namazından çıktım, huşu içinde halkımla kucaklaştım” sözleri de birer terane olarak kalır.

Cehalet aklı alır. Yerine ne koyar derseniz; suçu, şiddeti, biat etmeyi, ruh kamaşmasını, yalanı, tembelliği, kolaycılığı, çalışmadan yaşamayı…

Gelin daha çok susalım. Ama her şey karşısında. Gazeteye konmayan eke, kirli içtiğimiz suya, içinden metal çıkan ekmeğe, göğümüzü çalan gökdelenlere, yeşilimizi yok eden vandallara… Bütün açgözlülüklere karşı susalım ki; başlayanlarla bir gelecek kurulamayacağını görelim…

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (8 Mart 2016)

Yorum yapın