Söyleşi: Nilgün Çelik
Suzan Kuyumcu’nun ödüllü öykülerinin de bulunduğu Dikiz Aynası adlı yeni kitabı Kalan Yayınları’ndan bu yılın Eylül ayında okurlarıyla buluştu.
Kuyumcu, yazın hayatında sessiz, sakin yol alan yazarlarımızdan. Öykülerinde şiirsel anlatımı tercih ediyor. Edebiyata 2006 yılında Ebru Kültür Sanat Yayınevinden çıkan anneannesinin yaşam öyküsünü konu edindiği Nefise adlı romanıyla giriş yaptı. Altı yıl sonra 2012 yılında Zinde Yayınevi’nden, bir hayat kadınının yaşamını konu edindiği Kırmızı Saten Elbise, 2021 yılında İlkbaharın Son Çırpınışları -1- ve İlkbaharın Son Çırpınışları-2 adlı seri klasik romanları ve 2022 yılında Yelpaze Kültür Yayınları’ndan Aşka Çeyrek Kala adlı romanı okurlarına sundu.
Kuyumcu, sadece roman türünde değil, çocuk edebiyatı ve şiir türünde de eserler vermekte. 2017 yılında İlesam- Akçağ Yayıncılığın oluşturduğu yarışma sonunda dereceye giren Gülce ve Can Dostu adlı (3seri) çocuk öykü kitabı, 2021 yılında İmge Çocuk Yayınları’ndan çıkan Kara Kız ve Belalısı isimli çocuk romanı bulunmakta.
Kuyumcu, 2020 yılında Klaros Yayınlarından çıkan Kelimeler Aurayla Sevişir, isimli bir şiir kitabını da okurlarına sundu. Son kitabı öykü türünde olan Dikiz Aynası üzerinden bugüne değin sunduğu tüm eserlerini ve aldığı ödülleri, üretken yazarımızın kaleminden duymak isterseniz, buyurun sohbetimize.
Öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Edebiyata hızlı bir giriş yaptınız ve ardından hiç durmadan ürettiniz. Kendinizi “içe dönük bir çocukluk geçirdim” diye anlatıyorsunuz. Sizi yeni tanıyacak olan okurlarınız için kendinizden bahseder misiniz? Sizi yazmaya yönelten neydi?
Ben teşekkür ederim. Kalan Yayınları ile yolumuzun kesişmesinden dolayı mutluyum. Edebiyata hızlı giriş yaptığım söylenemez aslında. Sevgili Nilgün hanımcığım, yaşam altyapıyı kendi oluşturuyor. İnanırım buna. Kimi kez bilinçli aile bireyleri, bazen çevre, çok kez de hayatın size sunduğu gerek ekonomik gerek psikolojik kurallar rehberiniz olabiliyor. Hayatın gizli kahramanları, diye isimlendiriyorum bu verileri. Yıllar sonra dönüp arkanıza baktığınız zaman bunu daha kolay görebiliyorsunuz. O an farkında olmadığımız veriler önümüze yığılarak serildiğinde, rotanın önceden çizildiğini, temelin atılmış olduğunu fark ediyoruz. Olumlu ya da olumsuz, belli olguya taşınıyoruz farkında olmadan. Bendeki verileri içe dönük çocukluğumun getirisi olarak kabul etmekteyim. Okuma yazma öğrendikten sonra tek dostum, sırdaşım, sohbet arkadaşım oldu, günce. Yazma eyleminin alışkanlığa dönüşmesi ileriki yıllarda (Lise dönemi bitimine kadar) adeta bana hizmet etti diyebilirim. Okuduğum romanların analizi bile güncede yer alıyordu. Bu durum farkındalığı da beraberinde getirdi.
Evet, yazmaya günlük tutarak başladınız. Günlük tutmak bir eser yaratmadan önce oldukça verimli bir antrenman gibi. Siz kendinizle yazarak konuşurken yazar olma planları yapmış mıydınız? Bu konuda atölyeler gibi ortak çalışma gruplarına katıldınız mı?
Yazım hayatımda Güncenin önemli rolü olmuştur. Bu farkındalıkla bütün genç annelere seslenişim, çocuklarını erken yaşlarda bu değerle buluşturmalarıdır. Sadece yazma alışkanlığı kazandırmıyor günce. Analitik düşünme, çözüme odaklanma, olaylar arası duygu-mantık örgüsü, sağlıklı karar verebilme yetisi gibi verileri de kazandırıyor. Çocuk ilerleyen yaşlarda bunu daha net görebiliyor kendinde. Yazım hayatına çok erken başlamış olsam da bir gün kitap yazacağımı hayal bile etmedim. Beni yönlendirecek çevrem de yoktu. Ortaokulda şiirlerim okullar arası yarışmalara öğretmenim tarafından katılıyor, lise yıllarımda yazdığım kompozisyonlar okula giriş panolarda haftalardır asılı kalıyordu. O dönem benim için sıradan şeylerdi. Kitap yazma hayalim olmadığından, atölyeler gibi ortak çalışma gruplarında bulunmadım.
Son kitabınız öykü türünde ama siz romanla giriş yaptınız edebiyata. Romanlarınızdan biraz bahsetmenizi istiyorum. Yazarken roman türü mü yoksa öykü mü sizi daha çok heyecanlandırıyor?
Evet, bu soru sıkça sorulur. ‘Makale, deneme, kısa öyküler değil de yazım eylemine neden uzun soluklu bir romanla başladınız.?” Çok da haklılar tabi. Kitap yazma fikri; anneannemin, konuları roman olabilecek denli zengin olan yaşam öyküsünü yazma dürtüsüyle doğar. Selanik doğumludur. 1998 Haziran ayında aramızdan ayrılan, anne değerinde olan bu kişinin hayatını kaleme almış olmam, aslında ona olan vefa borcumdu. Balkanların kanlı yüzüne tanıklık etmiş bir değer elimin altındaydı. İlk baskısı Nefise, ikinci baskısında İlkbaharın Son Çırpınışları adını aldı. Romanın 2. Serisi yazılmış olmasına rağmen 15 yıl aradan sonra bastırmaya karar verdim. Yazarlar kendi yaşamları deşifre olsun istemezler. Ben de aynı duyguları yaşarım. Yaş ilerleyince artık günışığı ile buluşturmak istedim. Aileme kalan en kalıcı miras olabilir düşüncesi beni cesaretlendirmişti. İki serilik klasik romanların beğenilmesi tesellim oldu. Kırmızı Saten Elbise isimli romanın ikinci baskı da adı Satılık Sevda olarak değişti. (Yayınevinin önerisiydi.) Konusu, Tem yollarına düşen bir hayat kadınının gerçeklerle harmanlı yaşam hikayesidir. Adana’da yaşayan belalı bir aşiret, İstanbul kültürü ve Urfa kültürüyle harmanlanan hali, gelişen olaylar örgüsünü oluşturur. Üçlemeler grubuna girer ve gençlik romanıdır. Aşka Çeyrek Kala romanı daha çok erkek üzerine kurgulandı. Şiddete meyilli erkeklerin geçmişlerine inildiğinde aslında ne denli haklı nedenlere dayandığına vurgu yapar. Sonrası gelen pişmanlıkların sırtta kambur olduğu, ruhta açtığı yaralar gözler önüne serilir. Toplumun kanayan bir diğer yarasıdır kadına şiddet.
Roman yazmak sanırım beni daha çok heyecanlandırıyor. Dikiz Aynası ilk yetişkin öykü kitabıdır.
Hemen son kitabınıza gelmek istiyorum. İlk öykünüz ödüllü bir öykü. İçinde sosyal ve kültürel yaşamdan ekonomik yaşama yabancısı olmadığımız konuların altını çizdiğiniz değerli bir öykü. Gizli ve okura tanıtılmayan kahramanınız ana kahraman Sevda’nın “düzen”e isyanından ülkeyi terk etmesine göz yumuyor ve Sevda Almanya’ya gidiyor. Akıcı bir dille anlattığınız bu öykü Atatürk’ü, Köy Enstitülerini önemsiyor ve altını çiziyor. 1980 yıllarında ülkemizdeki karmaşaya dikkat çekiyor. Göçmen sorununu, kaçak işçi sorunlarının da altı çiziliyor. Okurken roman olacak bir konu, hatta konular diye içimden geçirdim. Siz bu öykünüzü ileride roman olarak yazmak ister misiniz? Bu öykünün çıkış noktası neydi?
“Karanlığın İçindeki Kara Benekler” öyküsünden söz ediyorsunuz. 12 bin kişi takipçisi olan ve yurtiçi-yurtdışı eğitimci üyeleri bulunan Yazı dükkânı Akademi edebiyat sitesinin açmış olduğu öykü yarışmasına katılmıştım. 100 jüri üyesi tarafından incelenmişti dosyalar. Oradan ödül alan bu öyküyü ileride roman olarak ele alır mıyım, bilmiyorum, hiç düşünmedim fakat olabilir elbette. Öykünün çıkış noktası sevgi. Okuyucuya verilmek istenen bu duygu. Doğruluğuna inandığımız yanlışlarımız ve değişime olan dokunuşlar da diyebiliriz.
Kitaba adını veren Dikiz Aynası adlı öykünüzde bir İstanbul klasiği olan trafik /taksi sorununu işaret ederken temelinde kadın olma, insan olma, tahammülsüzlük ve buna tepki olarak susan ya da bağıran insanları konu ediyorsunuz. Finalde de tanrı anlatıcı, kahramanına öykü konusunu bulmuş biri olarak öyküyü sonlandırıyor. Siz hayatınızdaki bütün olayları içselleştirir misiniz? Herkes ve her şey öykü konusu olabilir mi?
Evet, sevgili Nilgün hanımcığım, yaşamımdaki çok şeyi içselleştiririm. Bu alışkanlığım yazım olaylarında çok daha önde…Yüzeysel duygunun ‘olumlu-olumsuz’ verilerinde inandırıcılığı bulabilmek zordur ya da ufak bir esinti olarak an/ı kurtarır düşüncesindeyim. Bu durum edebiyat ürününde yazarını tatmin etmez. Belleklerde tutunabilmesi için ya konunun çok çarpıcı ya da anlatım dilinin derinliği olmalıdır. Günümüz edebiyat dünyasında yazmaya çalışan ve kitap bastıran yeni yazarlarımızın da katkılarıyla işlenmemiş konu yok gibidir. Bir eserin edebi değerini yazarının anlatım dili belirler. Yazılanlar yaşamdan koparıp aldıklarımızdır. Bu nedenle evet, herkes ya da her konu öyküleşebilir. Yazar, kahramanları yaratmış olsa da karakterleri onlara çok da yabancı değildir. Yaratılan kahramanla kurulan gönül bağını bu nedene bağlayabiliriz.
Öykülerinizdeki Almanya tercihi neden?
Arşivimde kitaplaşmayan öyküler var. Kalan Yayınları hakkında bilgi edinmeye çalışırken birden ekranda telefonun çalıyor oluşu beni telaşlandırmıştı. Parmağım hangi ara dokundu inanın bilemedim. Bağlantımız bu yönde olunca aceleyle birkaç öyküyü seçip gönderdim. İki öyküde aynı ülke isminin geçmiş olması acele verilen karar sonucu diyebiliriz. Almanya kısa dönem yaşadığım bir ülke. Bilinen yerin coğrafi yer ve kültürel yapısını anlatmak daha rahatlatıcı.
Harmanlı Duygular, adlı öykünüzde yine toplumun bir yarasına değiniyorsunuz. Bu da ödüllü öykülerinizden. Kahramanınız doğudan gelmiş genç bir kız olsa da yaşadığı travma her kesimden insanın yaşadığı cinsten, internet aşkı. İnternetten mutluluğu yakalayan şanslı kesimi bir kenara koyarsak çok kişinin canının yandığı bir alan ve konu. Siz öykünüzde bu mecranın çok inandırıcı olmadığının altını çizerken buradan okurlarınıza kurgunuzun haricinde ne söylemek istersiniz? İnternet aşkları tehlikeli midir?
Sosyal medya doğru yerlerde kullanıldığında çok faydası olan bir alan. Dostlukların kurulduğu, yazılan paylaşımlarla yapılan yorumlarla gönül bağının oluştuğunu hepimiz kabul eder ve onaylarız. Özellikle edebiyat sitelerinde… Bilgi dağarcığına pek çok pencerelerin açıldığı, genel kültür ve kişisel gelişime katkısı azımsanmayacak kadar önemli. Günümüz Türkiye’sinde kirlilik yaşamın her alanına hızla yayılmış durumda. Güven duygusu ise ne yazık ki her alanda güdükleşti. Özellikle gençlerimizin çok dikkat etmesi gereken bir alan. Organize olmuş, belli amaca hizmet etmek için ağlarını ören, sosyal medyayı bu amaç için kullananlar oldukça yoğunlaştığı bir dönemdeyiz. Öykümde bu konuya değinmek istedim.
Öfkenin Kahkaha Tohumları adlı öykünüzde ülkemizin yine kanayan bir yarasına parmak bastınız. Terörist ilan edilmiş ve içeri atılmış bir babanın, Kürt ve babası terörist olduğu için ezilen dışlanan çocuğu Muhammet. Okurlar tarafından unutulmayacak bir karakter Muhammet ve arkadaşı Ramazan. Birbirine geçmiş toplumlarda kendini kapana kısılmış hisseden insanlar bu histen edebiyatla çıkabilirler mi sizce? Edebiyatın birleştirici gücü var mıdır?
Sanat; duyguyla örülü, mantıkla çevrili olan yaşanmışlıkları sırtlanan hamal, uzun yolculuğuna yüküyle çıkan gezgindir, bana göre. Her dönemde mola verir. Heybesine doldurduğu bilgilerle sonsuzluğa yelken açar. Edebiyat sanatın en önemli kollarından biridir. Başka deyişle, hızla değişim gösteren kültürün yol haritası, insanoğlunu aydınlatan rehberidir. Sağlıklı insanların görsel duruşunu çevrelediğine inanılan tinsel enerjiyi; sanat kavramını açıklamak için de uyarlamak mümkündür. Geçmişin canlılığını günümüze yansıtarak aynı görevi üstlenir. Tin, yalnız insana özgü düşünme yetisidir. Sanat, yazım rengiyle öylesine canlı öylesine gerçektir ki aydınlığı önce yazarlarını kuşatır. Yapıtlardaki kahramanlar bu ışık için görevlendirilir. Bulunduğu dönemin olağan olgusunun zaman aşamasındaki başkalaşımına ışık tutarken, kimi zaman Atatürk’ün ilkeleri gibi değerler hedeflenerek, kalıcılığına da ev sahipliği yapar. Toplumlar arası yakınlaşma, bütünleşme, ortak duyguları paylaşma ve zevk almak için önemli köprüdür. Yaşamın ana damarlarındandır edebiyat. Taşıyıcı gücü kadar birleştirici gücü olduğuna da inanırım.
Ressam Güler de unutulmayacak karakterlerinizden biri. Bir kadının kendini bulmasında dostlarının ve arkadaşlarının etkisi büyük. Siz edebiyatta var olduğunuzdan beri dostluk kavramınız değişti mi? Sanatçının dostu olur mu sizce?
Dostluk kavramı bütün güzel olumlulukları bünyesinde taşıdığı için, zaman paralelinde yanılsama duygusuyla ortaya çıkar. Bunu edebiyat dünyasına girince çok daha iyi anlayabiliyorsunuz. Belki bütün meslek yaşamını kapsar bu düşünce tarzı. İnsan tek başına bile çoğulken değişkenliklerin yaşanması da kaçınılmaz olabiliyor. İlişkilerin düzeyli tutulabilmesindeki tutarlılık kalıcılığa hizmet eder diye düşünüyorum.
Yarası En Yakın Dostuydu kitabınızın son öyküsü. Unutulmayacak öykülerinizden. Bir annenin acısının bir karganın acısına eş düşmesi. Son derece duyarlı ve hepimizin hassas olduğu bir gerçek -deprem- üzerinden kurgulamışsınız. Ülkemizde de yakın zamanda bunu yaşadık. Acımız henüz bitmemişken bu öyküden etkilenmemek mümkün değil. Siz de bir annesiniz. Depremi bir kenara koyarsak yazar Suzan ile anne Suzan birbiriyle çatışıyor mu? Bunu dengelemek nasıl bir süreç?
Yazar Suzan ile anne Suzan’ın birbiriyle çatıştığı anlar oluyor elbette. Yazar Suzan düşüncelerinde, yarattığı kahramanları üzerinde olabildiğince özgürken, bütün yetki kendi elindeyken anne Suzan kendini her alanda frenlemek durumunda kalır. Çünkü edindiği kimlik gereği ile unu hamura, hamuru ekmeğe, aşa dönüştürendir Yazar Suzan. Anne olunca karşısında gerek çevre gerek yaratılış olarak şekle girmiş bir bireyle karşı karşıyadır. Burada empati duygusuyla duraksarsınız. Yanlı ya da karşıt olma ikilemi de yaşanır. Annelik duygusu ön planda olduğundan gerçek kimlikten çoğu kez uzaklaşmak durumuyla karşı karşıya kalır anne Suzan.
Çocuk kitaplarınızdan bahsedelim istiyorum. Çocuk edebiyatı son derece incelikli ve hassas bence. Bu konuda başarılı bir yazarsınız ve ödülleriniz var. Siz çocuk kitaplarına nasıl hazırlandınız? Ödüllerinizden bahsedebilir misiniz?
Günce ve Can Dostu, Akçağ Yayıncılık ve İlesam’ın düzenlediği çocuk öykü yarışmasında ödül almış ilk çocuk dosyasıdır. Kitaplaşmış haliyle Akçağ yayıncılıktan çıktı. Daha sonra buna 2 ve 3. Serisi eklenerek paket çocuk öyküsünü oluşturdum. Kara Kız ve Belalısı isimli çocuk romanı İmgenin Çocukları Yayınlarından çıktı. Hepsi de okullarda okutulabilecek yapıtlardır. Kahramanları evimdeki hayvan dostlarımdır. Konuları gerçek yaşanmışlıklardır ve ortaokul öğrencisi arasında geçer. Bazı yerlerde özendirmek adına günce tutar kahraman olarak seçtiğim öğrenci çocuk. Konuları: kimi zaman öğrenci kahraman tarafından okula taşınır ve sınıftaki öğretmen ve öğrenciler tarafından tartışılır. Kara Kız ve Belalısı Paşa, sokakta hayatlarına dokunduğum hayvanlardır. Ve çarpıcı olayları kesinlikle kurgu değildi.
Aynı zamanda bir doğa dostu hayvan seversiniz. Bu anlamda ülkemizde oldukça canımızı sıkan olaylar yaşıyoruz. Duyarlı bir yazar olarak hayvan hakları konusunda bir çözüm öneriniz var mı? Doğa ve bilinç ülkemizde nasıl geliştirilebilir?
Ülkemizde hayvan hakları var mı, sanıyorum cevaplama önceliğim bu olmalı. Yetmez ama kısmen desem de bu olayı kendine maddi çıkar olarak kullanan insanların var olduğunu biliyorum. Bir semtin gelişmişliğini sokak hayvanlarının görselliği belirler düşüncesindeyim. Köşelerde mama kaplarının, su kaplarının yoğun olduğu yerlerde onlara yaşam hakkı tanındığı inancındayım. Bu kadarı yeterli midir, elbette ki hayır. Soğuklarda korunma yeri olmayan canlar hepsi. Çocuk kitaplarımda, çocuklara hem hayvan sevgisini aşılamak hem de çözüme götüren nedenleri irdelemeleri için ipuçlarına değinmişimdir. Her hayvanın bir sahibi olmalı. Gelişmiş ülkelerde sokakta başıboş tek hayvana rastlamazsınız. Gelişmiş ülke değiliz, ülkemizde mutfak yangın yeriyken, insanlar kendi bütçelerini ayarlamaktan yoksunken onların 60 tl verip bir kilo mama almalarını bekleyemeyiz elbette. Şu aşamada devletten bir şey yapmasını beklemek hayalcilik olur. Sanırım maddi durumu iyi olanların iş birliği ile çözülür bu durum. İstikrarla üzerine düşülürse ve sonuca odaklanılırsa her düğüm çözülebilir. Sokaklarda kontrolsüz üremelerin önüne geçilmesiyle başlanırsa işe, kademeli olarak sahiplenme yöntemiyle, dostlarımızı sokaklardan kurtarmak olasıdır.
Yazarken mutlaka karşı karşıya kaldığınız tıkanmalar ya da zorlanma alanlarınız oluyordur. Pek çok yazarın başına gelen bir şey. Herkesin kendince bulduğu çözümler var. Siz bu durumları nasıl aşıyorsunuz?
Yazım olaylarında özellikle uzun soluklu eserlerin oluşumunda çok iyi matematik bilmek gerekli. Düğümleri atan da çözüme ulaştıran da siz olunca, denklemi dengeli kurmak zorundasınızdır. Kimi yerde tıkanıklık yaşadığımda gecem gündüzüm birbirine karışır. Beynim sadece o noktaya odaklanır. Sonunda A ardından B şıkkına ulaşırım. İkisi arasındaki tercihim öncelikle beni inandıran olur.
Yazarlıkta edindiğiniz tecrübe ve birikiminizle genç yazarlara önerileriniz neler olur?
Öncelikle çokça deneme, makale, anı yazıları yazmalarını öneririm ve çokça okumalarını. Bardak dolmadan dışarı taşamaz çünkü. Yazdıklarımızla kendimize arşiv oluşturmalıyız. Arşiv depolama alanıdır. Yazılanlar orada demlenmeye bırakılır. Sık aralıklarla olmasa da arada bir uğradığımız uğrak yeri olmalıdır o depo. Dil bizim en önemli varlığımız, bayrak kadar önemli. Bu nedenle önem önceliği dil ve dilbilgisi kuralları olmalı. Parayı verip kitap sahibi olabiliriz elbette. Bu sadece egomuza yatırım olur. Teknoloji sayesinde iletişim ve bilgi toplama olanakları o kadar çok ki bu durumu fırsata çevirmek bizler için en akılı yol olur.
Sizden önerebileceğiniz 10 yazar ve kitap ismi istesem öneriniz kimler olurdu?
Demirciler Çarşısı Cinayeti/ Yaşar Kemal -Körlük/Jose Saramago -Benden Selam Olsun Anadolu’ya/Dido Sotiriyu – Boyalı Kuş/Jerzy Kosinski – Zeytinlik Devrimcileri/Hasan Seyfettin Teoman – Ana/Maksim Gorki – Tutunamayanlar/Oğuz Atay – Diriliş/Turgut Özakman – Acımak/Stefan Zweig – İçimizdeki Çocuk ve serisi/Doğan Cüceloğlu
Yeni çalışmalarınız var mı? Bahseder misiniz?
Bitmiş 2 roman ve şimdilerde üzerinde çalıştığım bir başka roman var. Romanın biri, yine toplumun en önemli yarası çocuklarımızı konu edinir. Gerçek yaşamla harmanlıdır. Yetiştirme Yurdu çocuklarımız… Diğer romanın konusu Türkiye-Fas-Almanya örgüsü içinde döner. Her ikisi de yaklaşık beş yıldır demlenmedeydiler. Çalıştığım son romanın konusu Çukurova’da geçer. Gerçek yaşam öyküsünü içerir. Ayrıca çocuk öyküleri ve yetişkinler için öykülerim basılmaya hazır. Anı, makale ve denemeler de yer alır arşivde.
Samimiyetle verdiğiniz cevaplar için teşekkür ederim.
Zevkliydi. Ben teşekkür ederim sevgili Nilgün Hanım’cığım.
“Suzan Kuyumcu: “Yazılanlar yaşamdan koparıp aldıklarımızdır.”” üzerine bir yorum