Amerikalı şair Londra’daki evinde intihar edeli 50 yıl oldu. Büyük aşkı İngiliz şair Ted Hughes’dan ayrılışından sonra toparlanamamıştı. Şiirleri, yaşamı ve ölümüyle 50 yıldır konuşulan Plath‘ın son günlerini, arkadaşı yazar Jillian Becker, BBC Dünya Servisi’nin Witness (Tanık) programında anlattı:
1963 yılının dondurucu bir Şubat öğleden sonrası Sylvia, çocukları Frieda ve Nick ile Islington’daki evimin kapısını çaldı.
Önceden arayıp “Gelebilir miyim?” diye sormuştu, o yüzden bekliyordum. Gelir gelmez uzanmak istediğini söyledi.
Şaşırmamıştım. Kötü hissediyordu, kendisini tanıdığım son beş ay boyunca olduğundan da kötü.
1962 Eylül ayında tanıştığımızda Ted Hughes ile evliliği henüz bitmişti.
Yeteneğine imrendiğim, hayran olduğum bir şairdi. Haline acıyordum. Buluşmalarımız neşeli geçmiyordu ama onunla birlikte olmaktan hoşlanıyordum.
Kitabı Colossus’u imzalayıp hediye etti bana.
Onu yukarıya, en büyük oğlumun odasına çıkardım.
Çocukları, 1 yaşındaki küçük kızım Madeleine ile oynamak üzere içeri odaya götürdüm. Sylvia’nın kızı Frieda 3 yaşına geliyordu, oğlu Nick ise hemen hemen kızımla yaşıttı.
Sylvia bir iki saat uyuduktan sonra aşağıya indi. Eve gitmek istemediğini söyledi.
Kalmalarında bir sorun yoktu. Daha büyük yaştaki kızlarım Claire ve Lucy hafta sonunda evde olmayacaktı. Sylvia ve çocuklara verecek iki boş odam vardı.
Bana Fitzroy Caddesi’ndeki evinin anahtarlarını verdi ve evden bir iki şey getirmemi istedi: Dış fırçası, gecelik, ilaçları, bir elbisesi ve okumakta olduğu bir iki kitabını…
Geri geldiğim zaman Madeleine ile birlikte Frieda ve Nick’i de banyoya soktum, sonra yemek yedirdim. Çocukları yatırdıktan sonra kendim ve Sylvia ile gripten yatan eşim Gerry için akşam yemeği hazırladım.
Tavuk suyuna çorba Gerry’ye iyi gelecekti, Sylvia da “Olur” dedi. Çorbadan sonra Soho’daki meşhur kasaptan aldığım biftekleri kızarttım, yanına da patates püresi ve salata yapmıştım.
Sylvia iştahla yedi ve çok beğendiğini söyledi.
Ne konuştuk hiç hatırlamıyorum, ama Sylvia’nın sorunlarını konuşmadık. En azından sofrada.
Fakat sonra beni yanına çağırdı ve haplarını gösterdi. Kimisi uyumasını sağlıyordu, kimisi de sabahları kendine gelmesini.
Uyku haplarını akşam 10 civarında yuttu ama bir saat daha tanımadığım insanlar hakkında sanki ortak arkadaşlarımızlarmış gibi konuştu durdu.
Ancak bir süre sonra çok daha enerjik ve duygusal bir ruh haline geçti ve ayrıldığı eşi Ted ve onun, uğruna kendisini terk ettiği kadın Assia Wevil’den bahsetmeye başladı.
Öfkeli ve kinliydi; kıskançlık içinde kıvranıyordu.
“Uzun uzun saçıyla oynadı. Çok güzel göründüğünü söylediğimde neredeyse gülümsemiş, kesinlikle memnun olduğunu belli etmişti. Birisiyle bulaşacağını söyledi ama kim olduğunu açıklamadı. Frieda ve Nick’i öptü ve iyi geceler diledi. Kapıdan çıkarken, arkasından yetişen küçük Frieda’ya doğru eğilip “Seni seviyorum” dedi. Günler sonra, o gece buluştuğu kişinin Ted olduğunu öğrenecektim. Ted onu arabayla bizim eve geri getirmişti.”
Ted, Assia’yı İspanya’ya götürmüştü. Sylvia, “Çocukları İspanya’ya götürebilsem, güneşli bir yere, bu dondurucu havadan uzaklara” diyordu. Çocukların buna ihtiyacı olduğunu, iyi olmadıklarını söylüyordu.
Paskalya tatilinde onu ve çocukları güneşli, deniz kenarında bir yere götürebileceğimi, ama İspanya’dan ziyade İtalya’yı tercih ettiğimi söyledim. “Paskalya” dedi, “Daha çok var Paskalya’ya.”
Nihayet uykuya daldığında gece yarısı olmuştu.
Fakat bir saat kadar sonra Sylvia’nın oğlu Nick uyandı. Ona süt ısıttım. O sırada Sylvia bizi çağırdı. Nick’i, sütünü içirsin diye annesinin odasına götürdüm, kızı Frieda da duyup geldi.
Sonra çocukları yataklarına yolladım. Sylvia, “Acaba sabah haplarımı alsam mı?” diyordu. Daha çok erken olduğunu söyledim ona, ama uyuyamıyordu. Biraz yanında kalmamı istedi. Işığı söndürüp yatağının yakınına oturdum. Koridordan biraz ışık sızıyordu.
Gözlerini kapatıyor ama aniden açıyordu. Bir ara uykusundan yarı fırlayıp etrafa baktı, hâlâ orada olduğumu görünce rahatlamış gibi geri yattı.
İyice uykuya daldığından emin olunca gidip yattım.
Sabah, bu kez gündüz haplarını alıp sıkı da bir kahvaltı ettikten sonra, yanında kalıp çocuklara bakmayı önce kabul eden ama sonra vazgeçen bir kadına telefon etti. Onu ikna etmek için uzun uzun uğraştıysa da başaramadı.
Doktoru telefonda benimle konuştu. Doktor Horder’ı Sylvia ile tanışmadan önce de tanıyordum. Doktor, çocukların her işini benim yapmamamı, Sylvia’nin çocuklarının kendisine ihtiyaç duyduğunu hissetmesinin iyi olacağını söyledi.
Bu tavsiyeye uyup çocukları yıkarken ya da yemek yedirirken hep onu da çağırdım ama hiç bir şey yapmadan izliyordu. Mahsus banyodan çıkıyordum, dönmemi bekliyordu.
Ya çocukları yıkamayacak, beslemeyecektim ya da kendim yapacaktım. Çoğunlukla kendim yaptım.
Bir sonraki akşam Sylvia evden getirdiğim mavi ve gümüş işli elbisesini giymişti.
Uzun uzun saçıyla oynadı. Çok güzel göründüğünü söylediğimde neredeyse gülümsemiş, kesinlikle memnun olduğunu belli etmişti.
Birisiyle bulaşacağını söyledi ama kim olduğunu açıklamadı.
Frieda ve Nick’i öptü ve iyi geceler diledi. Kapıdan çıkarken, arkasından yetişen küçük Frieda’ya doğru eğilip “Seni seviyorum” dedi.
Günler sonra, o gece buluştuğu kişinin Ted olduğunu öğrenecektim. Ted onu arabayla bizim eve geri getirmişti. Kaçta geldiğini, neler söylediğini hiç hatırlamıyorum.
Ertesi gün birlikte çorba, rosto et, peynir, tatlı ve şarap ile Pazar yemeği yedik.
Sylvia’nın zevk aldığını hatırlıyorum. Nick’e yemeğini o yedirdi. Neşeli değilse bile daha az sıkıntılı görünüyordu. Kahve içerken tatlı tatlı sohbet ediyorduk.
Çocuklar öğle uykusuna gitti, şarap uykumuzu getirmişti. Biz de uzanıp biraz şekerleme yaptık.
Akşam hafif bir şeyler yiyip çocuklarla oynadık. Akşam erken bastırıyordu.
Kızlarım Claire ve Lucy yakında dönecekti, herkesi nerede yatıracağımı düşünmeye başlamıştım.
En üst katta iki boş oda ile bir banyo vardı. Acaba Sylvia ile çocukları oraya mı yerleştirmeliydim, yoksa kızlarımı üst kata yollayıp Sylvia ile çocukları benim katımda mı tutmalıydım?
Ben bunları tartarken, Syvia aniden “Eve dönmeliyim. Çamaşırları ayırmam lazım. Hem sabah bir hemşire uğrayacak. Nick hasta olduğunda bana yardıma gelen hemşire” dedi.
Ve hızla eşyalarını çantalara doldurmaya başladı. Böyle anlarda çok canlı ve enerjik görünüyordu.
Kocam Gerry, “Emin misin gitmek istediğine?” diye sordu. Evet, emindi.
Gerry, onu ve çocukları arabaya atıp, yarı erimiş karla kaplı yollardan ağır ağır eve götürdü.
Eski taksiden bozma gürültülü bir araba hurdasıydı bu. Onun için Sylvia’nın ağladığını ancak kontağı kapattığında duymuş.
Park edip, arkaya geçip, açılan koltukta Sylvia’nın karşısına oturmuş. Anneleri ağlamaya devam edince çocuklar da ağlamaya başlamışlar.
Gerry onları kucağına almış. Sylvia’ya bize dönmesi için yalvarmış. Sylvia kabul etmemiş.
Sylvia biraz yatışınca onu evine bırakmış, ertesi gün gidip çocuklarla Sylvia’yı ziyaret edeceğine söz vererek ayrılmış.
Eve döndüğünde bana “Keşke bizimle kalsaydı” dedi. Kendi başına kalacak durumda olmadığını düşünüyordu.
Gerry’nin haklı olduğunu biliyordum, ama Sylvia’nın gitmesine biraz rahatlamıştım da. Hem kendi çocuklarıma hem de ona ve çocuklarına bakmak için debelenmeyecektim.
Kızlarım odalarını değiştirmek zorunda kalmayacaktı, geceleri uyku uyuyabilecektim.
Hem, acıma duygusu kalbi yoruyordu zamanla.
Ama bu duygularım yüzünden uzun yıllar pişmanlık duyacağımı bilmiyordum.
Pazartesi sabahı saat sekiz sularında telefon çaldı. Açtım. Doktor Horder, Sylvia’nın gaz fırınına başını sokmak suretiyle intihar ettiğini haber vermek için aramıştı.
BBC Türkçe (12 Şubat 2013)