Talat Özyürek: “Çukurova insanı hayallerin değil, gerçek yaşamın çocuklarıdır”

Eylül 3, 2024

Talat Özyürek: “Çukurova insanı hayallerin değil, gerçek yaşamın çocuklarıdır”

Söyleşi: Nilgün Çelik

Sarı, Talat Özyürek’in Akademisyen Kitabevinden çıkan son romanı. Son dönemde bir çırpıda okuduğum hayli sürükleyici ve katmanlı bir roman olduğunu söylemeliyim. Talat Özyürek’i tanımayanlar ve başta Sarı olmak üzere diğer eserlerini de merak edenler için sormak istiyorum, sorularımı.
Buyurun sohbetimize…

Öncelikle söyleşimize zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Kitabınıza geçmeden önce edebiyatın dışında da süregelen bir mesleğiniz olduğunu biliyorum, okurlarınız için bize kendinizden bahseder misiniz?

Hayata çok erken yaşta, babamın imalathanesinde Karo ve Briket üreticisi olarak başladım. Harfleri alfabeden öğrenirken, yaşamın gerçeklerini de hayatın içinden öğrendim… İnşaat sektörünün içinde kalınca da inşaat müteahhidi, akaryakıt işletmecisi olarak hayata devam ettim.

Sarı, sanırım üçüncü eseriniz. Diğer eserleriniz hakkında bize, hem yazarı hem de bağımsız bir okur olarak ne söylersiniz?

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum; Sarı, yayınlanan dördüncü romanımdır. Makalat, biyografi ve araştırma alanında kitaplarım mevcuttur.
İlk kitabım 2017 yılında yayınlanmış olan “Üç Maymunun Ölümü” adlı kitabımdır. Okuyucu ile ilk buluşmamdır. Yazılı ve görsel medyada yayınlanmış görüşlerimden bir demettir.
Okuyucunun gönlüne ulaşmak için bir fikir yolculuğuna çıktım. Çektiğimiz fikir çileleri okuyucu ile beni bütünleştirip “biz” yaptı. İnsanı insan yapan erdem ve gönüllere ulaşma olunda çekilen çilelerin bir yolculuğuydu.
İkinci Kitabım ise 2019 yılında yayınlanmıştır. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın liderlik yönünü inceleyerek kaleme aldığım “Makosenli Türk: Karanlığın Çoban Ateşi” adlı kitabımdır.
Tarihe hain kalkışmayı, uyguladığı strateji ile etkisiz hale getirerek ülkenin zaferine dönüştüren Makosenli Türk, Recep Tayyip Erdoğan’ın hikâyesidir.
Büyük adamların hayatı daima, trajedinin dayanılmaz acısından oluşmuş yünlerden dokunmuştur.
Yeryüzünde tarih yazan, tarihin akışını değiştiren ve insanların kaderinde söz sahibi olan büyük insanların, bedeli ödenmemiş bir hayata sahip oldukları görülmemiştir… Makosenli Türk, halkı ile zafere yürüyen bir liderin hikâyesi…
Üçüncü kitabım ise ‘’Sarı Kahveler’’ üçlemenin ilk serisi olan “Pasaklı Aşk” tır. Kitap 2021 yılında yayınlanmıştır.
İşin özüne bakarsak, Çukurova’da herkesin hayatı bitmeyen bir romandır. İzninizle bu roman hakkında sözü Murat Kıraç’a bırakmak istiyorum: “ Geçmişten geleceğe bu bereketli ve dertli topraklar, üzerinde taşıdıklarının sevinçleriyle, hüzünleriyle, aşkları ve yaşam kavgalarıyla insanı şah damarından yakalar. Dünyanın hiçbir yeri yoktur ki, bir çoban kavalının nefesi, ırgat terinin nemi, sevdalı bir kalbin buğusu, al yazmalı yarin kokusu adamın yüreğine bu denli işlesin. Aşk gönül kapısında bekler, buyur edilince girmek bilmezmiş. Gablan Ağa çıkışı olmayan aşkı için nelerden vaz geçebilecek, nelere karşı koyabilecektir. Bu tutkulu ve bir o kadar da taşlı aşk yolunda neler yaşayacaktır. Ağalığı, ailesi, maiyeti ve gururuyla savaşın öyküsüdür Pasaklı Aşk.
Ve “Yanlış Yol” Pasaklı Aşk Serisinin 2. Romanı olarak 2023 yılında yayınlanmıştır.
Yazar Sedat Memili, kitabı okuduğu zaman şu yorumu yapmıştı: “Sokak egemenliğinin zirveye ulaştığı 1980’ler Türkiye’sinde fahişeler, sanatçılar, politikacılar, askerler ve fabrika işçilerinin bir arada yaşadığı dünyadır Yanlış yol.
Çok farklı tipoloji ve olayların süslediği bu aşk öyküsünde, parçalanmış hayatlara, düş kırıklıkları, umut ve umutsuzluk, tutku, pişmanlık, ihanet, sadakat duygularına ve Çukurova’nın cennet köşelerine, güzelliklerine, çirkinliklerine tanık oluyoruz.
Hiçbir şey kendisi değildir…”
‘’Sarı Kahveler’’ üçlemesinin son serisi ‘’ ‘Ağır Yaralı’ önümüzdeki aylarda okuyucularla buluşacak inşallah.
Sarı ise malumunuz geçtiğimiz günlerde yayınlandı.

Sarı, çok hassas bir kitap. Capcanlı bir coğrafyada gezinirken sosyal ve kültürel atmosferin çok travmalı olduğunu okuyoruz. Yarattığınız coğrafi atmosfer size yabancı değil bildiğiniz topraklar ancak insanların iç dünyaları uzun bir gözlemin sonucu olmalı. Bu eseri yazmanıza öncelikli sebep bu coğrafya mı, bu coğrafyanın insanları mı? Hangisi daha çok ağır bastı?

İnsanın yaşam biçimini yaşadığı coğrafyadan soyutlamak mümkün değildir. Tıpkı İbni Haldun’un ‘’Coğrafya Kaderdir’’ dediği gibi… İnsan yaşadığı coğrafyanın eseridir; çabası ise bu coğrafyadaki yaşam koşullarını iyileştirmektir. Dünyanın her tarafında böyledir. Kutuplarda yaşamış olsaydım, zannedersem, sıcağın insanını değil, buzul ikliminin oluşturduğu insanı yazacaktım. O zaman kahramanlarım Jack London’da olduğu gibi fok balığı, penguen ya da kızak köpekleri olacaktı.
Coğrafya mı insan mı? Pratik yaşamda bu iki ikisini farklı düşünmek mümkün değildir. Âşık ile maşuk gibi… Âşık olmazsa maşukun ne hükmü var?

Sarı üzerinden sormak istesem de diğer eserleriniz için de cevaplayabilirsiniz, eserlerinizi yazarken çevrenizin rolü nedir? Esinlenir misiniz? Danışır mısınız?

Nasıl ki insanın sosyal ve kültürel yaşamı, yaşadığı coğrafyanın eseri ise sanatçı da bir anlamda yaşadığı toplamın sonucudur. Sanatçı yaşadığı toplumdan ve çevreden beslenir. Bizim edebiyatımızda Hindistan cevizi yoktur. Dikenli incir vardır. Sanatçı doğa ve çevresinin yoğurduğu bir yansıtıcıdır. Evet yansıtıcı… Müzisyen notalarla, şair dizelerle, ressam renklerle, yazar ise sözcüklerle çevresini yansıtır. Ortaya koyduğum eserler, yaşadığımın toplumun benim gözümdeki yansımasından başka bir şey değildir. Çukurova insanı hayallerin değil, gerçek yaşamın çocuklarıdır.

Sarı’da çok güçlü iki kahraman var, Duran Emmi ve oğlu Burhan. Her ikisi üzerinden baba oğul ilişkisini irdeliyorsunuz. Eserinizde geleneksel diktatör bir babayı değil, merhametli bir baba figürünüz olduğu halde ikisi arasında belki de sadece Burhan’ın kendi içinde yarattığı bir çatışma var. Kahramanlarınız üzerinden genel olarak sormak isterim, bu çatışmanın temeli nedir? Baba oğul ilişkisi nasıl olmalıdır?

Bana göre baba oğul ilişkisi tam da budur. Doğal… Gerisi yapay ve dayatmacıdır. Babanın oğlunu sevmesi doğal kabul edilir; peki ya sevgisini göstermemesi? Doğal mıdır? Hayır! Sevgiyi göstermemek, Çukurova insanına özgü bir davranış biçimi değildir. Damda birlikte yıldızları seyrederek uyuyan bir ailede baba oğul arasında uzun mesafe ve uçurumlar oluşmaz. Aslında Çukurova insanı, soğuk iklimlerin insanına benzemez… Sevgisi de çıplak güneşin altında aydınlıktadır nefreti de…
Sevgiyi göstermekten kast ettiğim, acıyı ve sevinci paylaşmaktır. Duyguları paylaşmak baba oğul arasında kurulan en sıcak köprüdür.

Aile en çok ihtiyacımız olan ve en çok canımızın yandığı birlik. Karakteriniz Burhan’ın iyi bir ailesi, iyi anlaşan anne babası varken ve sevgiyle yaşarken bir ayrık otu gibi büyümesi okuru ters köşe yapıyor. Sormak isterim: Bir edebiyatçı gözü ile evlatlarımızın ayrık otu gibi olmamaları, içinde kin ya da öfkeyi görebilmeyi anne babalar nasıl başarabilir?

Esasında bu sorunun cevabını uzman eğitimciler vermeli ben sadece kişisel görüşlerimi paylaşmakla yetineceğim.
Öncelikle evlatlarımızın ayrık otu olmasını doğal karşılamamız gerekir. Eğer bir evlat tamamen babanın eşiti ve benzeri ve aynısı ise o aile hiç bir gelişme kaydetmemiş demektir. Çevre ve yaşam koşullarının değiştiği gerçeği Hadiste işaret edilmiştir: Hz. Peygamber: “İki günü bir olan ziyandadır…” diyor… Her şey bu denli değişirken, yaşama verdiğimiz anlam ve değer yargılarımızın sabit kalması bence iyi ve doğru değildir. Az önce şunu söylemiştim, insanın zihinsel ve ruhsal dünyasını çevresi oluşturur… Her şey değişiyorsa, çocuklarımızın bizim gibi düşünmesini istemek haksızlıktır.
Ancak, insanı insan yapan bazı erdemler vardır, dürüstlük, sadakat, şefkat, dayanışma ruhu gibi… Bunlar dünyanın her tarafında ve bütün zamanlarında daima erdemdir. İşte bu erdemlerde hassasiyet göstermek gerek. İnsani değerler, insanlığın süsü ve onurudur. Babalar çocuklarını bu ölçüye göre yetiştirmelidir.
Açık olarak şunu da ifade etmem gerekir; çocuklarımızı, sahip olduğumuz bir eşya gibi değil, terbiye ölçüsünde kendi kararlarını kendileri veren ve iradeleri özgür olan bireyler olarak yetiştirmeliyiz.

Anlatıcının dilinden hayvanlara karşı ilgili, hassas bir yazar olduğunuzu düşünüyorum. Eserinizde hayvanların ruhsal durumlarını ve bedensel tepkilerden ne demek istediklerini, özellikle hayvanseverlerin aklında kalacak bir atmosferle sunuyorsunuz. “Linda”nın olan biteni izlerken düşündükleri, “Sarı’nın tehlikeyi hissettiğinde gözlerindeki ifadeyi mükemmel veriyorsunuz okura. İçimi acıtan iki olay eserinizin ivmesini yükseltiyor. Biri horoz dövüşü diğeri köpekler. Her ikisini de onaylamadığınızı düşünerek bu sahneleri yazmak ne derece güçtü diye sormak isterim? Nasıl duygularla yazdınız?

Kitabıma Hz. Mevlana’nın bir cümlesi ile başlamıştım. Hayvanları sevmek isterseniz kendi içinizde sayısız neden bulabilirsiniz; Nefret etmek isterseniz de öyle… Ancak, hayvan sevgisi, kişinin tercihine bağlı olmamalı. İnsan havayı, suyu, sevip sevmeme hakkına sahip değildir. Bunlar yaşamı var eden olgulardan bazılarıdır. Bitki ve hayvan da öyle… İnsanın bitkiyi, hayvanı daha doğrusu doğayı sevip sevmemesi bir tercih konusu değildir. Bu bir hak olduğu zaman, içindeki kötülüğü besleyen insanlar da çıkabilir. Bitki ya da hayvanın hayatı yoksa insan olarak bizde de yoğuz.
Bakın ben Çukurova’nın henüz betonlaşmayan kırsal alanında büyüdüm. Evden çıkışımla birlikte ailemden sonra gördüğüm ilk canlılar hayvanlardı. Yürüdüğümüz her alanda kedi, köpek, tavuk, hindi, kaz, kirpi ve envai çeşit kuşlar görürdüm. Bizim onlarsız bir hayatımız yoktu. Gözlem yapmanıza gerek yok, zaten hepsi gözlerimin önündeydi.
Horoz ve Köpek dövüşüne gelince, orada asıl amacım, adına spor denilerek günahı azatlan bir zevkin ne denli vahşet içerdiğini topluma çarpıcı şekilde anlatmaktır. Bu spor değil vahşettir. Peki, hayatımızda var mı? Maalesef var. Gözlerimizi kapatırsak bu gerçek kaybolmayacaktır. Hatırlatarak bu tür vahşetin önlenmesine bir nebze de olsa katkı koymak istedim.

Kitabın sonu eserinizi yükseltiyor ve unutulmayacak bir kahraman yaratarak bitiyor. Biz Burhan’ı unutmayacağız. Bu kısmı meraklı okura bırakmak istesem de bu romanda asıl yazmak istediğiniz bu “son” un neden ve sonuçları hakkında bir şey söylemek ister misiniz?

İzninizle bir soru ile cevap vermek istiyorum: Sokağınızda her gün gördüğünüz, zaman zaman, annenizden gizli mutfaktan ekmek çalarak beslediğiniz, oynadığınız bir köpeğin bir akşamüstü duvarın dibinde zehirlendiği için can çekişirken gördünüz mü? İnlemekten dahi yorgun düşmüş bir köpeğin gözlerine baktınız mı? Ben çok gördüm. O sahnelere birkaç kez tanık olduğum için yaşadığım travmaları yazdım.
Başka bir soruyu ortaya atayım: siz hiç kudurarak ölen birini gördünüz mü? Zehirlenerek ölen köpeklere nasıl tanık olduysam, kudurarak ölen çocuklara da tanık oldum. İkisi de yakıcı, ikisi de dayanılmazdır. Bir kuduz vakası olur, binlerce köpek zehirlenir. Ahlaken bunun tartışmasına girmeyeceğim. Sarı, ruhu kuduz olan biri tarafından zehirlenmiştir.

Hemen güncel olan Hayvan Hakları Yasası hakkında düşüncelerinizi de sormak isterim. Bir dönüş olur mu bu karardan?
İtlaf edilen hayvanların da çektiği acıların tanığıyım, başıboş köpekler nedeniyle kuduzdan çocuklarını kaybetmiş ailelerin de… Benim hayvan itlafına onay vermem varlığımın fıtratına da terstir. Bu topraklarda üç bin beşyüz yıl önce medeniyet kurmuş Hititler’in ceza kanunlarında şöyle bir madde vardır: “Ağzı dili olmayan buzağıya işkence etmek yasaktır…” Biz bu anlayışın torunlarıyız.
Ancak son yıllarda hayvan sevgisinin suiistimal edildiğini görüyorum. Genetiği ile oynanmış süs köpekleri, doğanı bir ürünü değil, sömürü sisteminin canlılarıdır. Sarı, eğer bir evin koltuğunda yaşasaydı doğada asla güçlü olamazdı. Kedi ve köpeklerin itlafına ne kadar karşıysam, bu hayvanların doğal ortamından koparılıp, süs hayvanları haline dönüştürülmesine de o kadar karşıyım. İnsan, bu evcil hayvanların doğasını değiştirme ve onları güçsüz zavallı birer süs köpeğine dönüştürme hakkını nereden alıyor? Bu yöntemle evcil hayvanları gerçekte sevmek yerine kendimizi tatmin ediyoruz.

Yine çok güçlü bir üslupla Çukurova’yı anlatıyorsunuz. Yaşar Kemal’den, Orhan Kemal’den bahsetmeden geçerseniz haksızlık ettiğinizi düşündürecek bir duygusallıkta eserinizde bir iki cümleyle yer veriyorsunuz. Elbette edebiyatımızın en önemli yazarlarından bahsetmek bir eserde gurur verici. Ve elbette onlardan etkilenmemek mümkün değil. Yine de sormak isterim sizin edebiyatınızda bu yazarlarımızın etkisi nedir? Hangi noktada yakınlaşıp ya da uzaklaşırsınız?

Ülkemizde resim sanatı deyince Osman Hamdi Bey’i, Abidin Dino’yu; Klasik Türk Müziği deyince Münir Nurettin Selçuk’u, halk türküsü söz konusu olunca Neşet Ertaş’ı hatırlamamak mümkün değildir. Türk edebiyatı deyince de Yaşar kemal ve Orhan Kemal’i anmamak mümkün değil. Verdikleri edebi eserleri ile örnek aldığımız bu yazarlarla aynı coğrafyada yaşamak onuru da duymaktayız. Aynı gıda, aynı atmosfer, aynı duygulardan beslenmekteyiz. Bu coğrafyanın her insanı başlı başına roman kahramanıdır. Sadece topraklar değil, insanların duyguları da bereketlidir.
Onlar kendi dönemlerinin kahramanlarını romanlaştırdılar, biz de kendi dönemimizin kahramanlarını… Tüm bunlarla beraber örnek verecek olursak Necip Fazıl: Baudelaire’den, Bergson’dan, Halide Edip; Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’dan, Yaşar Kemal; Cervantes ve Faulkner’den Dostoyevski; Gogol, Puşkin, Balzac ve Shakespeare’dan ben ise Orhan Kemal’den etkilenmişimdir.

Eserinizin en çok kimlere ulaşmasını istersiniz?

Bir yazar okundukça çoğalır. Bu nedenle ne kadar çok kişiye ulaşılırsa o kadar çoğalmış olduğumu düşüneceğim. Okunmak, yeni eser üretebilmek için okuyucunun bize verdiği avanstır.

Tüm yazarların çok okura ulaşma isteği vardır doğal olarak. Bu konuda neler yapılabilir? Okura ulaşmak sizce, nasıl mümkün?

Bu maalesef bu günlerde toplumsal bir sorundur. Bizler kâğıt hışırtısı ve kokusuyla beslenen neslin belki de son temsilcisiyiz. Okuma alışkanlığı aileden başlar ve gelişir. Okumayan bir anne babanın çocukları da okumaktan uzaklaşıyor. Şimdi her şeyi hazır alan, bir düğme ile bilgiye ulaşılan bir zamanda yaşıyoruz. Ancak riski şu oluyor; biz teknolojiyi üretmediğimiz için, teknoloji bizi üretiyor ve insan olmaktan uzaklaşıyoruz. Bunun panzehiri okumaktır. Bu da ancak devlet politikası ve eğitim ile mümkündür.

Yeni çalışmalarınız var mı? Bahsetmek ister misiniz?

İzninizle bu konuyu sürpriz olarak bırakıyorum. Sadece şunu söyleyebilirim. Yazmak bu güne kadar yakalandığım en muhteşem hastalıktır. Allah beni bu hastalıktan kurtarmasın.
Sevgiyle kalın.

edebiyathaber.net (3 Eylül 2024)

Yorum yapın