Pınar Elmasoğlu’nun ilk romanı Yarım Kalan Hikâyeler Kütüphanesi’nin Handan’ı gençlik yıllarının büyük aşkından hayal kırıklıkları içinde ayrılmış, akabinde evlenmiş, herkesle, her şeyle bağlantısını keserek içine kapanmıştır. Yarattığı bu hapishanenin iki tutsağı daha vardır: Kocası ve kızı Deniz.
Deniz anlatının başlarında bize keskin hatlarla aile ortamından bahseder. Annesinin, aralarında sıcak bir ilişkiyi imkansızlaştıran kapalılığı, Deniz’in yaşıtlarıyla da yakınlaşmasını engellediği gibi sayısız durumlara dair sayısız kaygıları elbette Deniz’e yansır. Gerçi anne-kızın birbirlerine tasasızca kavuşabildiği nadir anlar vardır: Handan’ın arada bir kızının saçlarını okşadığı, meraklı sorularına bıkıp usanmadan uzun uzun ve yerinde cevaplar verdiği zamanlardır bunlar. Annesinin ona olan sevgisini böyle anlarda yudumlayabilen kahramanımız içten içe bir gün her şeyin düzeleceğini umut eder, annesinin tuhaflıklarını gerekçelendirir. Gelgelelim bunca okumuş, bilgili bir kadının onu kitaplardan bile ayırmaya çalışmasını içerler. Deniz -kendi deyimiyle- kavanozda büyüse de gizli gizli okuldaki kütüphaneden alıp okuduğu kitaplar sayesinde dünyayla bağ kurmaya çabalar. Ne var ki ebeveynleri arasındaki gözle görülür sevgisizlik, hüznün bu ortama sirayet eden en yoğun duyguya dönüşmesine neden olur. Çok ihtiyaç duyduğu anlarda bile ailesinden moral destek alamayan kahramanımızın dış dünyaya yönelik merakının yerini, dış dünyaya duyduğu korku alır ve sonunda silik, hisleri körelmiş birine dönüşür.
Alef’in sırrı
Aradan yıllar geçer. Küçükken annesinden ve tutkuyla okuduğu kitaplardan öğrendikleri sayesinde iç dünyası zenginleşmiş, hayata dair fikirler edinmiş biridir Deniz. Ne var ki yaşamının toplamı, kütüphanedeki işiyle evi arasında gidip gelmekten ibarettir. Yirmi yedi yaşındaki Deniz değişmek ister fakat nereden başlayacağını, neyi nasıl yapacağını bilemez. O anda, Andrew Mulligan‘ın Trendeki Adam’ının Michael’ı gibi Deniz’in yaşamı da pamuk ipliğine bağlı gibi görünür gözümüze. Yine de, tıpkı Michael’ın neden sonra karşılaştığı şefkatli, özenli küçücük bir temasın sağladığı arkadaşlığın onun hayatını değiştirmesi gibi Deniz’i de yeni bir başlangıcın beklediğini sezeriz. Neden sonra çarşambaları kütüphaneye uğrayan orta yaşlı bir adam dikkatini çeker. Bu iyi giyimli adam onlarca kitabı sadece dokunarak seçmekte, her defasında, kütüphane kurallarının elverdiğinden daha fazla sayıda eseri ödünç alarak çekip gitmektedir. Deniz merakına engel olamaz ve kütüphane ziyaretlerinde birinde adamla tanışır. Onca kitabı neye göre seçtiğini sorar ona. Alef, okuyucuların yarım bıraktığı kitapların içinde, yarım bırakanların hikâyelerinin sıkışıp kaldığını söyler. Bu hikâyelerin ve tabii hapsoldukları kitapların, dinleyiciler onlara ulaşabilirlerse özgürleşebileceğinden bahseder. Sözünü ettiği ve kolay kolay kimsede bulunmayan bu dinleme yeteneği Alef’te vardır. Kütüphaneden de kitapları dinlemek üzere almaktadır. Tüm içtenliğiyle ve sevecenlikle konuşur Deniz’le ve bu anlattıklarının aslında bir sır olduğunu söyler. Alef’in, sırrını paylaşacak kadar varlığına değer biçmesi kahramanımızı çok etkiler. Zira Deniz o güne değin başkaları tarafından fark edilmemiş, hayatı fark edilmemek üzerine şekillenmiştir. Alef’in yakınlığı beklemediği bir şeydir ve Deniz’in dünyası o günden sonra geri dönülemez biçimde değişir. Biz de romanı okurken bu etkiyi güçlü biçimde algılar, Deniz’in değişiminin nasıl ve ne yönde olacağını merak ederiz. Üstelik karşılaşmaları zamanla başka sürprizleri de beraberinde getirecektir.
Herkes yazabilir
Kişiliğinin hoşlanmadığı yanlarını bilen, kendisi hakkında bolca düşünen, düşünürken de dalıp giden biri Deniz. Kendine dair nahoşluklarından kurtulamamaktan iyice yakındığı sıralarda tanışır Alef’le. İlk andan itibaren onu kendine ne denli yakın hissetse de sözcüklerin anlamının, söyleyenin ve dinleyenin haleti ruhiyesine göre değişkenlik göstereceğinin farkındadır. Belki de bu nedenle, ne söyleyeceğini bilemediği zamanlarda susmayı seçer. Bir gün Alef yazmasını salık vererek Deniz’e bir defter hediye eder ve şöyle der: “Mutlaka yazın. Okumak nefes almak, yazmak nefes vermek gibidir. Her okuyan iyi yazamaz belki ama yazması mecburidir. Hiç yazmadan çizmeden okursanız, dinlerseniz, nefesinizi sürekli tutuyormuş gibi bir gün patlarsınız. Aklınızın içindekileri, kalbinizden geçenleri, duyduklarınızı, bildiklerinizi yazmak, size nefes almak için biraz yer açar. Yazın, mutlaka yazın.”
Yarım kalan
Alef, kitaplarda sıkışan insan hikâyelerinden bahsederken sözün bir yerinde dinleyicisi bulunmayanın yarım kaldığını söyler. Tamamlayacak insanı bulma arayışının (tamamlanma arayışının), aslında insanın kendi hikâyelerini dinleyecek birine, nihayetinde de bırakıp gitmeyecek birine kavuşma arayışı olduğunu söyler. Ve ekler; içimizdeki sızı, dinlenmemiş olmanın verdiği sızıdır. Aslında Deniz de yarım bırakılmış kitaplardaki insan hikâyelerini dinleme yeteneğine sahiptir. Alef bunu nasıl yapacağını öğretir ona. Sakınması gereken noktaları da hatırlatır. Sözgelimi hikâyelerde dile gelen duygulara kendini kaptırmamasını, o duygularla özdeşleşmemesini salık verir. Aksi halde yaralanacaktır.
Kahramanımız kısa sürede bir çevre ve onu ayakta tutabilecek bir amaç edinmiştir. Sarıldığı yeni yeteneği, Ali’yle tanışması ve onunla tanıştıktan kısa bir süre sonra birbirlerine âşık olmaları, aralarına karışmaya can attığı neşeli insanların varlığı tüm bunlar onu gözle görülür biçimde değiştirir. Deniz değişimini deyim yerindeyse iliklerinde hisseder. Sözün bir yerinde şöyle der: “Anlamsızlık duygusu insanı kurutan şeydir. Şimdi artık yaşamın amacını bulmuş olmanın serinliği vuruyordu yüzüme…yeniden nefes aldıkça serpilip büyüyordum. Bedenim değişiyor, cildim renkleniyor, saçlarım parlıyor, karnım gurulduyordu.”
Değişim Deniz’in hem iç hem dış dünyasında aynı anda gerçekleşir. Karşılıklı bir yansıma gibi. Hayata bakışı değiştikçe, yaşadığını duyumsadıkça giyimini kuşamını, saçını başını, evindeki eşyaları elden geçirir. Aynalara dikkatlice baktığında güzel bir kadın olduğunu idrak eder. Eskiden yapmadıklarını yapar. Mahallesindeki esnafa, bakkala, konu komşuya selam verir. Bundan zevk aldığını fark eder. Bir yandan da karşılaştığı yeni duyguları defterine not edecek, bu duyguların bedenindeki etkilerini somut olarak tariflemeyi iş edinecektir.
Kurgu, temalar
Romanın diyaloglardan ziyade temaların biçimlendirdiği düşünce yumakları üzerinden ilerlemesi, diğer karakterlere ait bilgilere Deniz aracılığıyla (ya da Deniz’e anlatılanlar aracılığıyla) ulaşmamız Deniz’i bize sırdaş kılıyor. Eser, insanda, bir dosta yazılmış uzunca bir mektup okuyormuş izlenimi uyandırıyor. Bunu yaparken de kendimiz hakkında, ilişkilerimiz hakkında karşılaştırmalar sunuyor, düşündürüyor.
Sağduyulu, akıllı, duyarlı; sessiz ama meraklı, durgun ama cesur Deniz eylemleriyle kendini inşa etmeyi başarıyor fakat bir yandan da kendisini kuşkular içinde buluyor. Kaybedeceklerinden korkuyor. Gerçekten de, hayatta bir şeyleri doğru yapıyor olmak bizi her koşulda iyi hissettirmez. Değişim süreci çok sancılı işleyebilir. Kaygılanır, dengemizi kaybedeceğimizden korkarız. Ama yetişkin olmak da böyle bir şey değil midir? Kendimizi, yapıp ettiklerimizi arada bir süzgeçten geçirebilmek, bunlarla yüzleşebilme cesareti, yeteneği değil midir yetişkin olmak?
Romanda kitap okuma eyleminin kendisi, -kahramanlarımız üzerinden- kitabı dinleme eylemine dönüşür. Alef, Ali ve Deniz gibiler kitapların içine sıkışan yaşanmışlıkların tanıkları, gözlemcileri oluverirler. Fakat Deniz dinledikçe Alef’in öğüdünü bir kenara bırakıp hikâyelerde anlatılan duygu durumlarını duyumsamanın bağımlısı olur. Aslında Deniz’in nelerden yoksun kaldığını gördükçe onun hikâyelere kapılmaktan kendini kurtaramaması şaşırtıcı gelmez bize. Asıl şaşırtan şey, Alef’in ondan bunun tam tersini beklemesidir. Alef, kitaplarda dinlediklerinin etkilerinden sıyrılmanın yolunu, dinlediklerine bir psikolog/psikiyatr gibi yaklaşabilmekte bulmuştur. Lâkin ona uyan bu yol, Deniz için aynı korumayı sağlayabilecek midir? Deniz kendini bu girdaptan kurtarabilecek midir?
Bireyin temsili
Deyim yerindeyse bir travmalar geçididir Yarım Kalan Hikâyeler Kütüphanesi. Hikâyeleri anlatanlar da dinleyenler de travmalarla yüklüdür. Üstelik dinleyicilerden bazıları tıpkı Deniz gibi dinledikleri hikâyelere kapılırlar da. Gerçeklik algıları başkalaşır, hatta bireysel tercihleri bile maruz kaldıkları duyguların alanına sürüklenir*. Anlatının ana gerilimi de buradan gelir. Başka her şey bir yana, anlatı boyunca boşlukta salınan insan hikâyeleri şunu söyler bize: Duygular açığa çıkabilmeli, dillendirilebilmeli, birileri tarafından can kulağıyla dinlenmelidir. İnsan duygularını ifade edemezse ya da ifade etmesi bir şekilde engellenirse, bu duygular kendilerini ortaya koymanın başka yollarını bulacaklardır. Fiziksel bir hastalık, depresyon, hayata karşı isteksizlik, süreklilik arz eden durgunluk veya öfke nöbetleri gibi **.
Romanın son sayfasını okuyup bitirdiğimde, zihnime çöreklenen sorular başımın etini yiyip durdu. Meselâ Deniz gibi farklı yaşamları daha çok kitaplardan, filmlerden öğrendiğimize göre bu durum duyarlıklarımıza nasıl yansıyordu? Daha empatik birine dönüşme ihtimalimiz yükseliyordu belki ama işte başka neler oluyordu? Okuma eylemi -zihinsel faaliyetlerimizi harekete geçirdiğine göre-, gündelik pratiklerimizi, kararlarımızı nasıl biçimlendiriyordu? Kitaplar, hakikatle ilişkimizde nasıl bir işleve sahiptiler? Kuşkusuz bizleri daha akıllı yapıyorlardı yapmasına da romanlarla birlikte felsefe, sosyoloji ya da ne bileyim uygarlık tarihi benzeri alanlardaki okumalarımız hakikati idrak etme yolunda bize kimi yetenekler de bahşetmiyorlar mıydı? Böyle böyle boğuşurken tüm bu şıklar üzerinde düşünmenin yolunun kitabın öğütlediği gibi “yazmak”tan geçtiğine karar verdim. Bir yandan da Pınar Elmasoğlu’nun bize taşıdığı Deniz’in hikâyesinin devamını öğrenmeyi, orada, benim kendi kendime sorduklarıma benzer pek çok sorunun yanıtlarını tartışmayı hayal ettim. Nihayetinde bir düşünceler denizinde ilerlemeyi hayal ettim.
Notlar:
Alıntılar için bknz. Yarım Kalan Hikâyeler Kütüphanesi, Pınar Elmasoğlu, Mona Kitap, Eylül 2022, 1.basım, sırasıyla syf.35, 85
*Romandaki bu gerilimin ana içeriği bana Christopher Nolan’ın 2010 çıkışlı Inception filmini hatırlatmadı değil. Orada da Cobb’un eşi Mal’ın kendi gerçekliğiyle, uyutulduğunda içinde yer aldığı gerçeklik -sentetik gerçeklik mi desek-birbirine karışıyor, Mal kendini ikincisine kaptırıyordu.
**Susan Forward-Joan Torres, Türkçede Kadınlardan Nefret Eden Erkekler ve Onları Seven Kadınlar başlığıyla yayımlanan çalışmalarında şöyle der: “İyi bir ilişki, karşılıklı saygıya ve görece eşit bir güç dengesine dayanır. Birbirinin duygularına, ihtiyaçlarına karşı ilgili ve duyarlı olmayı, aynı zamanda her bir partneri özel kılan şeyleri takdir etmeyi içerir. Elbette bu idealin içerisinde tartışmalara, kötü hissetmeye, fikir ayrılıklarına, hatta öfkeye yer vardır…sevgi dolu partnerler farklılıklarıyla başa çıkmanın etkili yollarını bulurlar…
Başka bir ifadeyle iyi bir ilişki hayatınızı zenginleştirmeli ve ona bir şeyler katmalıdır; karakterinizin ayrılmaz bir parçası olan şeylerden vazgeçmeye sizi zorlayarak dünyanızı daraltmamalıdır. Partnerlerimizde gördüğümüz nitelikleri çekici bulduğumuz ilişkilere gireriz. Huzuru korumak için en iyi niteliklerimizi kaybetmemiz gerekiyorsa, bir şeyler ciddi anlamda ters gidiyor demektir. “(İletişim Yayınları, Çev: Eda Tülek, 1.baskı, 2022, syf. 199)
Yarım kalan, konuşulmayan, baskılanan, bırakılan pek çok şey üzerine güncel ve etkileyici bir izlence olarak ayrıca bknz: Bir Başkadır, 2020, mini dizi, Yön: Berkun Oya, Netflix.
edebiyathaber.net (19 Ocak 2023)