Türk edebiyatında ele aldığı konular kadar, ele alış biçimi ve roman tekniği bakımından seçkin ve öncü bir yere sahip olan Adalet Ağaoğlu’nun Romantik Bir Viyana Yazı (2000) adlı romanı tarih edebiyat ortaklığı bağlamında örnek bir eserdir. Adalet Ağaoğlu kendiyle çok acıtıcı bir hesaplaşmanın sonucunda, kendi romanını kurmuş bir yazardır. Ona göre, Türk romanıyla hesaplaşmanın yalnızca özle, anlattığıyla ilgili bir yönü yoktur. Aynı zamanda yazılış biçimiyle, kurgusu, biçemi, roman kişileri, topluca roman diliyle ilgilidir. İnsana ve tarihe alaycı ve sorgulayıcı bir üslupla yaklaşırken birçok soruyu cevapsız ve olay örgüsünün ucunu açık bırakır. Böylece hem anlatı kurgusuyla oynar, hem de yazılı tarihin gerçeklik olgusunu soruşturmuş olur.
Romantik bir Viyana Yazı’nda bir tarih öğretmeni, kentler, her yıl tekrarlanan konular, öğretmenin anlattığı yerleri görme özlemi, anlatılanları dinleyen tip tip öğrencilerle karşımıza çıkar Adalet Ağaoğlu. Romanı okudukça her tablo, her kişi, irdelenen her kavram sizi tarihi sorgulamaya iterken tarihsel olaylarla biçimlenen insanın “simgesel varlığını ” aramaya sürükleniyorsunuz.
Verilen bilgilere göre, Kâmil Kaya 25 yaşında 1953 yılında göreve başlamıştır. Kendini romantik bir tarih öğretmeni olarak tanımlar. Tarih anlatmanın yanı sıra edebiyatla da ilgilenen biridir. Şiir yazmayı sever. Daha ilk dersinde Kâmil Kaya’nın eş zamanlı bir tarih anlayışını benimsediği görülmektedir. Yani, bir yandan Türklerin İslamiyet’e geçişlerini ve Osmanlı devletinin kuruluşunu anlatırken, diğer yandan Avrupa’nın ve dünyanın durumunu göz önüne getirmektedir. Öğrencilerin bilmedikleri kavramları açıklamakta, edebiyat metinlerine (şiirlere) göndermeler yapmaktadır.
Kâmil Kaya: “Avrupa haritasını göndermediler,” diye inleyen bir tarih öğretmenidir. Tarihi görsel malzemeler ile öğretiminin önemini şu cümlelerle vurgular: “Yalnız haritalar mı kardeşler, elimizin altında şöyle bol bol gravür, resimler, fotoğraflar falan olmalı. Mısır dedik mi Allahım, ben size Firavun mezarlarını, Bizans dedik mi Ayasofya’yı her yanıyla gösterebilmeliyim. Selçuklu deyince köprüleri, kervansarayları… Bakın işte, tarih kitabınızda Selçuklu İmparatorluğu diye bir şey çizilmiştir, ancak koskoca imparatorluk neyle çevrili, bu yok. Bir iki nehir, bir iki göl resm edilmiş, o kadar. Bunlar dışında ne yaylalardan, ne dağlardan haber var. Bilhassa komşular, hiç. Ne yazıyor şurada okunmuyor bile. İmparatorluk diye gözümüzde canlanan mücerret, yani soyut kocaman bir boşluk. Bu imparatorluğun hiç mi bölgeleri, şehirleri yoktur. İsfahan nerede biter, Hamedan nerede başlar, değil mi ya?…”
Kâmil Kaya’nın bu cümleleri o günün tarih öğretmenlerinin tarih kitaplarındaki resimlerin ve haritaların ilkelliği hakkındaki şikâyetlerine tercüman olur. Kâmil Kaya harita yokluğunun bir çaresini bulmuştur. Tahtaya bölgenin haritasını eliyle çizer ve öğrencilerden düşleriyle bu çizgilerin içlerini doldurmasını ister. Kâmil Bey, yerel tarihten yola çıkarak ülke ve dünya tarihini anlatan bir öğretmendir. Bu konuda kendini şöyle ifade eder: “Ayıp ayıp insan doğduğu, hem de doyduğu yerin tarihini bilmezse ne memleketin ne dünyanın tarihini bilebilir?”
Kâmil Bey, tarihi, coğrafya ve edebiyat ile ilişki kurarak işler. Kastamonu Lisesi II. sınıf öğrencilere kentin tarihini sorarak, önce kentin müze ve tarihi yerleri gibi yaşadıkları topraklar ile ilgilenmelerini sağlar. Ona göre tarihle insan hayatı birbirine benzer. Onun için, insan hayatını en iyi anlatan, açığa çıkaran edebiyatla toplumların hayatın aydınlatan tarih arasında sıkı bir bağ olduğunu düşünür.
Önümüzde sürekli akan, değişen bir hayat vardır. Tarihte ise hep olduğu gibi duran bir geçmiş tarih… Ve biz tarihi yorumlarken hep şimdinin bakış açısıyla bakıyoruz. Bu bakış açısı bizi köreltir. Tarihe akıp geçen, değişen bugünün aynasından bakmalıyız. Çünkü tarih, sanıldığı gibi ölü değildir. Canlı bir şeydir. Sanki bir insanı anlatır gibi, tarihin anlatılması gerektiğine inanır. Çünkü insanlar tarafından yapılmıştır. (s.90-91)
Kâmil Kaya resmî tarihten çok özel hayatlar arkasında koşar. İnsanlığın ortak bilincinin uyanması için tarihe tek yanlı değil çift yanlı bakılması gerektiğine inanır. “Viyana kapısı dedik mi, yeniçerilerin tak tak vuran şahdamarı da, Viyana kalesi içinde sersefil yatan gariplerin küt küt atan yürecikleri de… genç kızların yarım kalmış çehiz kanaviçeleri, bağ bozumlarında damağa vuran şıranın tadı, savaş tarlalarında açan kiraz ağaçlarının çiçekleri de akılda olmalıdır. ”
İlk öğrencilerinden Yusuf’un halası, Kâmil Öğretmen’in şiirlerini radyodan dinledikten sonra Kamil Öğretmen’e, “Hayalci Hoca” lakabını takar. Bütün öğretmenliği boyunca lakabı değişmez. Kâmil Öğretmen lakabından dolayı rahatsız olmaz. Çünkü “hayalsiz tarihin olmayacağını” söyler. Ona göre tarih ezberlemektense, o tarihi ete kemiğe büründürmeliyiz. “Ey tarih, ey tarih, seni tarih kitaplarından, tarih öğretmenlerinden çok, o tarihi yaşayanların taşa, kâğıda, kile, tuğlaya, boyaya, çizgiye döktüklerinden sorsunlar. Konakladıkları hanlardan, içinde yıkandıkları ırmaklardan ve hamamlardan, yedikleri kaplardan, içtikleri kâselerden, giyip çıkardıklarından sorsunlar. Araç ve gereçlerden, onları ne biçimde kullandıklarından ve kadınların elişlerinden sorsunlar; yaktıkları kandillerden, baş koydukları yastıklardan, döktükleri gözyaşlarından sorsunlar…”
Hayatla edebiyat arasında sık bir bağ vardır. Örneğin hayal-düş-rüya-ütopya üstüne soru sormalarını ister öğrencilerinden. Bu soruyu yanıtlamak için edebiyattan, resimden ve hayattan örnek vermelerini ister. Tarihi insan hayatlarıyla düşünmek, onların sevinçleri, kederleriyle hayal etmek onu heyecanlandırır. Bir imparatorluğun kuruluşu, çöküşü ya da savaşları, saraylar, kaleler, deniz savaşları gözünde bütün bu olaylar olurken insanların yiyip içtikleri, yatıp kalktıkları halleriyle canlandır. Düğünleri, cenazeleri, insan ilişkileriyle… Kraliçe Elizabet, der demez örneğin, yanından biri ipek etekliğinin hışırtıları ve hatta birazcık koltukaltlarının ter kokusuyla geçiverir.
Kâmil Öğretmen, atandığı illerdeki ilk dersinde, o ilin tarihini anlatır. Böylece kitap bazı illerin tarihini öğrenmemizi sağlar. Kastamonu ilinin tarihini anlatırken, bir yandan da bizim şapka devrimini öğreniriz. Kırşeşhir’e tayin olduğunda, öğrencilere kentin bir zamanlar adının Gülşehri de denilmiş olduğunu öğreniriz. (Kim bilir, ya gülleri boldu, ya insanlar böylece bir özlemlerini dile getirmek istedi. Yüzü gülen, güllerle bezeli bir şehir hayal ettiler belki.) Böylece öğrencilere bir ad için bile birkaç türlü olasılık olduğunu göstermiş olur.
Kâmil Öğretmen Kütahya’dan ayrılırken Kütahya kent haritasını çizip sınıfına hediye eder. Kent kütüphanesinin rengini, keder ve yalnızlık rengi olan griye boyar. Öğrencilerini kütüphaneye gitmeleri için teşvik eder. Kütahya’daki son dersinde Asaf isimli öğrencisi, su kabağı üstüne yerküreyi işleyip getirir. Kamil Öğretmen bu duruma çok duygulanır.
Öğrencilerine sorduğu en can alıcı sorulardan biri tarihin ne için öğrenildiğidir. Tarihe kendisini o kadar adamıştır ki, gündüz anlattığı tarihi gece hayal etmeden uyumadığını şu sözleriyle anlatır: “Geceleri yatağımda gözlerimi kapıyor, gündüzleri size anlattığım olayları asıl o zaman anlamlandırabiliyorum. Çünkü bu imparatorluğun kuruluşu, çöküşü ya da bilmem ne savaşı, saraylar, kaleler, deniz muharebeleri gözümde bütün bu olaylar olurken insanların yiyip içtikleri, yatıp kalktıkları halleriyle canlanıyor. Düğünleri, cenazeleri, insan ilişkileriyle… Kraliçe Elizabeth der demez mesela, yanımdan biri ipek etekliğinin hışırtılarıyla geçiveriyor… Gözümüzde canlandırmazsak, onu duymazsak tarihi nasıl anlayıp anlamlandıracağız? Kuru kuruya filan savaş şu tarihte başladı, şu tarihte bitti, demekle olur mu?”
Kâmil Öğretmen yirmi yıl aradan sonra ikinci kez Kütahya’ya tayin olur. Şimdi elliyle altmış yaşları arasında, yaşamının orta durağındadır. Kastomonu’dan Kütahya’ya yirmi yıl aradan sonra yaptığı bu ikinci yolculuk onun hayatının bir olgusu olarak kendi şahsi tarihine geçecektir.
Kâmil Öğretmen meslek hayatı boyunca hemen hemen hep aynı tarihi olayları hep aynı biçimde anlattığının sıkıntısı yaşar. Kentte kente sürülür, öğretmenlikten atılır, çıkan af yasası ile tekrar öğretmenliğe döner, zaman içinde öğrencileri değişir ama o mesleğinde hep aynı konuları tekrar tekrar işlemektedir. Oysa hayalinde o anlattığı yerleri görme özlemiyle yanıp tutuşur.
Ayrıca barok dönemin müziğine, resmine özel bir merakı vardır. Barok kentler, o tuhaf tantanalı hayatlar ilgisini çeker. Viyana’ya hep gitmek istemiş, ancak öğretmenliği devam ettiği süre içerisinde gidememiştir. İçinde kopan, şiddetli bir fırtına, bir depremdir sanki. Ansızın kendini görür. Otuz yedi yıldır Bizans, Venedik, Avusturya-Macaristan, Roma-Cermen, Hotin-Budin, Viyana yine Viyana diye anlatıp duran, kafasından sürekli kaleler, kuleler, kiliseler, katedraller, saraylar, nehirler ve denizler geçen, ama benliğini kuşatan sınırların üç adım ötesine geçememiş olan kendini görür. (s.105) Bu özlemini şu sözleriyle dile getirir: “ Viyana… Oralara gitmeliyim, elimi saray duvarlarına sürmeliyim, eski alanlarda durmalı, daracık taş döşeli sokaklarında gezinmeliyim. Çok ayıbıma gidiyor, bir tarih öğretmeni kırk yıl aynı kentlerin, yolların, ülkelerin serüvenini anlatsın da, oralara ayak basmasın!”
Öğretmenliği boyunca haritaları eliyle çizmiştir. Yunus isimli bir öğrencisi Kamil Öğretmen’e harita çizme işinde çok yardım etmiştir. Bakanlıktan materyal (harita, yerküre vb.) istemekten asla bıkmamış, bakanlık her seferinde bu isteklerini yerine getireceklerini söylemiş, ancak hiçbir zaman Kamil Öğretmen’in isteklerini yerine getirmemiştir.
Otuz yıl öğretmenliğinden sonra, öğrencilerine bir şeyler veremediğini düşünmeye başlar. Yıllar içinde oluşan bir kültürel aşınma vardır. Gençlerin dünyası da değişmiştir. Şimdiki öğrencileri anlattıklarını hayal dünyasından dinlerken, o da gençleri anlamakta zorlanır. Artık yaşamının bu dönemini kapamak zorundadır. Okuttuğu derslerin kentlerini gezmeyi hep arzulamıştır. Bu arzusunu Venedik, Floransa, Milano ve İstanbul olarak düzenlenen bir tura katılmakla gerçekleştirir. Böylece yıllarca anlattığı, hayalini kurduğu kentleri de görebilecektir. Gezide her şeyi daha iyi görür. Çağları, imparatorlukları, Haçlı Seferleri’ni, kuşatılan kentleri, insan ruhlarını, alınan kaleleri, yıkılan kuleleri, kurulan cumhuriyetleri… Kafka’yı da daha iyi görür, Milena’yı da. Garları, taşra istasyonlarını, vilayetleri, parçalanışları, dağılışları, bozgunları, kendini daha iyi görür.
Gezi boyunca tarihin kokusunu arar. Kentlerin duvarlarında o duvarları ağır taşlarla ören işçileri, kireç kuyularına düşmüş amelelerin hatırasını arar. Tarih savaşlarında yaralananları, ölenleri, iktidar hırsı ile boğdurulan sultanların izini arar. Tarihe tekil insan açısından yaklaşarak onda kaybolmuş kan ve gözyaşı “kokusunu” arar ama bulamaz. Çünkü tarihin kokusu yoktur. Tarihin gölgesinde kalmış küçük, tekil acıların tarih tarafından yutulduğunu söyler. Üstelik bu acıların üstünün kapatıldığını, tarihin bu tortuları yok ettiğini, böyle olunca da sahiciliğini yitirdiğini; romantik ile roman-tik’in hayal gücü ve yazı aracılığıyla el ele vererek tarihi yeniden keşfetmemiz gerektiğini ima eder.
Ağaoğlu için, tarihin kokusuzluğunu yani duyarsızlığını ya da insansızlığını sürdürdüğü, edebiyat ve romanın gitgide insana iyice yabancılaştığından yakınır. Edebiyatı çıkış yolu olarak görür.
Bu duruma işaret eden anlatıcı- yazar, “roman öldü” fikri için ise şöyle der: “Bir de roman öldü, diyorlar. Ölmek kolay mı? Roman, arkasında kocaman ayısı, küçücük merkebi, elinde defiyle ortalıkta dolanıp durmakta, çalıp oynamaktadır… Olsa olsa ne olmuş olabilir? Eskilerin enine boyuna, ağırsıklet “tik” romanları, bir yanda zurna-tef, öte yanda çeşit çeşit cinayet girişimciliğinin yol açtığı yırtıcı çığlıklar, bela ve şeytan kovucu tam tam, zom zom’lar nedeniyle ‘stres olup’ ‘tike yakalanmış,’ roman-tik bir hal almıştır.” (s. 231)
Yazar, romanın öğretmen karakteri Kâmil Kaya aracılığıyla yerel tarihin önemini kavratmaya çalışır. Öğretmen, romanda yerel tarihten yola çıkarak ülke ve dünya tarihini anlatırken, çocukların ve gençlerin ayaklarının bastığı yörelerinin tarihini mutlaka bilmeleri gerektiğini vurgular. Adalet Ağaoğlu romanını bu görüş üzerine temellendirir. Olaylar hayalden somuta, anlatıdan yaşanmışlığa, romandan hayata doğru bir akış içinde anlatılır. Yazarın yazma süreci de üst kurmaca olarak romanın hayat yanını oluşturur. Yazılan metin yani yazarın yazdıkları Romantik bir Viyana Yazı’nın kurgu yanını oluşturur. Başlangıçta birbirinden ayrı yürüyen bu çizgiler yazarın Viyana’da kır kahvesinde öğrencisi Asaf’la karşılaşmasından sonra (IV.bölüm, Hayatın Kumarı) birbirine geçer ve artık roman ile hayatın ayrılığından söz etmek imkânsız olur.
Romantik bir Viyana Yazı, hayatın, tarihin ve roman sanatının sorgulandığı bir roman olarak okuru sarsarken hayatın zenginliğini öne çıkarır. Deneyci, arayış bir yaklaşımla yazarın romanını yazmaya çalışırken (ba-rok oh-huhh ile başlayan çarpıcı cümleleri ile roman yazmanın sancısı vurgulanır. Yazar bu tıkanıklığı ancak hayatın içinde giderecektir. “Hayatın Kumarı” başlığını taşıyan bölümde hayatın bir kumar olduğu görüşü sıkça vurgulanır. Bir kumar olduğu için ne zaman ne getireceği belli olmayan hayat daima romandan zengindir.
Hayatta her şey dağınık ve kopuk bir biçimde bulunur; romansa sonucu ve bağlamları çoktan belirlenmiş bir kompozisyondur. Onda her şey daha başlangıçtan belli bir sonuç için seçmeci bir tavırla düzenlenmiştir. Romanın hayattan en büyük farkı bu seçmeci tavrıdır.
Adalet Ağaoğlu bir söyleşisinde romana bakış açısını şöyle açıklar: “Roman (oyun da), zamanın tek çizgide aktığı, tek fikir, tek izlekle kurulamaz. Ya da şöyle söyleyeyim : Geldiğimiz bilinç düzeyi toplumsal bilnci aşar, onunla çatışır. O zaman birçok izlek birbirinde birbiriyle yankılanarak yer alır. Böyle olunca di ive tekniği de değişkenleriyle bulmak zorunda kalıyorsunuz. Aslolan, bundan kaçınmamak. Böylece, bir kere « roman yazmakla yetersiz görünen » Türkçenin, sanıldılğlından olanaklı bulunduğunu öğreniyorsunuz. Önerilebilir teknikler, deyiş biçimleri buluyor, hatta bunların benimsendiğine tanık oluyorsunuz. Çokseslilik sağlıyorsunuz. Anlatıyı geldi-gitti’nin, mıştı-mişti’nin ilkel, tekdüze, tektelli halinden kurtarabiliyorsunuz.”
Adalet Ağaoğlu yaşamdan yola çıkıp, tarihteki değişik dönemdeki çağları metinlerarası göndermelerle örüyor. Yazara göre tarih çözemediğimiz bir bilmecedir ve bu bilmecenin gerisinde yatan gerçeğin bulunmasına ancak değişik bakış açılarıyla bakarak erişebiliriz. Simgesel alan, bir düş alanıdır. Her tarih çalışması altta örgü dokusuyla üste metinsel okuma içerisinde, bir uç yerini bir başka bir uca bırakmasıyla, okurun tarihe değişik açılardan bakması sağlanır. Bu çaba, yaşamla tarihin, düşle gerçeğin birbirine karışmasıdır. Bir araya getirilen farklı tarihsel dönemler düz bir tarih düşüncesini siler, böylece çok boyutlu bir tarih düşüncesine erişilir.
Adalet Ağoğlu romandan yaşanmışlığa, düşten gerçeğe, doğu kültüründen batı kültürüne gelgitlerle bir anlatı evreni oluşturuyor. Francoise Giroud’un eseri “Alma Mahler ve Sevme Sanatı”ndan Graham Greene’in “ Üçüncü Adam“ filmine, Kafka’dan Milena’ya, Stefan Zweig’den Wergel’e, Gustav Klimp’ten Cannetti’ye, Gottfried Benn’den Burghard’a, Strauss’a metinlerarası göndermelerle bir okuma yolculuğu sunuyor. Yazarın da ifade ettiği gibi, “ Bazı yolculuklar böyledir. Bizi büyüler ve sınırın“ öte yanı“na, orbidin dışına kadar sürer gider; ondan sonra da artık hep sürer.“
Raşel Rakella Asal – edebiyathaber.net (5 Temmuz 2018)