Tarihsel olana dönüp bakmak için sanırım bugün yaşananların bir bakışı/ivmesi gerek. “Merak”, “ilgi” dediğimiz ise işte asıl yönlendirici. Durup dururken tarihe, tarihsel olan bir olguya/kişiye/döneme dönmek çok da anlamlı gelmez bana. Hele hele yazıyorsanız, kaçınılmaz olarak bir tarih bilinci gerek size. Bunu edinmenin yolu gene günden/güncelden geçer.
Bugünden başlayarak düne dönmek de diyebiliriz yazarın tarihe yolculuğuna. Ele aldığı kişilik/dönem/konu ne denli tarihsellik içerse de, çakış noktasında kaçınılmaz olarak bugünün ivmesi vardır.
Zülfü Livaneli’nin yeni romanı Kaplanın Sırtında’yı okurken bu düşünceyi hissettim demeliyim. Romancıyı “tarih”e, “tarihsel bir kişilik”e döndüren bugünün Türkiyesi’nin gerçekliğidir.
Bir romancı oturup tarihi bir kişliğin biyografisini yazmak istemez, bence! O, biyografların işidir. Romancının “mesele”si başkadır. Çıkış noktasında da işte o meselenin bugünü ilgilendiren yanları vardır.
Gören, gösteren, anlayan, sorgulayan bir bakış tarihselden yararlanırken meselesinin özünü ortaya çıkarır. Roman okuru da buradan hareketle romanın ne amaçla/niçin, hatta nasıl yazıldığını anlamaya çalışır.
Livaneli’nin bu anlamda seçtiği tarihsel konu/kişilik önemlidir. Ama “mesele” edindiği şeyler romanın tözüne yansıyanlara baktığımızda yetersizdir.
II. Abdülhamit’in Selanik sürgünlüğünün neden/niçinleriyle birlikte insani yanı ortaya konuluyor. Çıkış noktasında tarihsel kaynaklar da var. Özellikle temellenen bir “anı” kitabı (*) ise neredeyse özetlenmiş.
Kuşkusuz Livaneli’den, yarı kurgu-yarı gerçek bir Oryantalist (Tom Reis **) anlatısını beklemiyorduk. Ama çıkış noktasında öylesi bir tarihsel kişiliğin öyküsünü barındıran bir anlatıda dönemin/dünya gerçeğinin izlerini/yansılarını görmek, ötesi var olan gerçekliğin ötesinde yeni bir yorum/bakış getirmek romancının işlevidir kanımca.
Romancıdan “trajik bir yorum” beklerken, tarih katalogunda dönüşen bilgi aktarımıyla karşılaşmak yadırgatıcı geldi bana.
Asıl yazılan romanı özgün kılabilecek olan da romancının kendine özgü bakışı/yorumudur. Yer yer biyografik-romanın kıyılarında gezinse de, bu ikircikli tutum Kaplanın Sırtında’yı iyi bir tarihsel roman kılamıyor ne yazık ki!
Romancı için tarih/tarihsel olgular birer “malzeme”dir. Bunları “özet”yemek yerine yaratısal özgünlüğü öne çıkarmak romancının meselesini de anlamamızı sağlar.
Nahid Sırrı Örik’in Sultan Hamid Düşerken (1947) romanını önemseten, tarihsel ve toplumsal değişimi göstermesi kadar dönemin gerçekliğini bir ruh arkeoloji gibi yansıtmasıdır.
Livaneli, Abdülhamid karakterini bir roman tipolojisine dönüştürmeden, bildik/tanıdık/anlatılan vehimleriyle yansıtır.
Buna gösterir demek daha yerinde. Hissetmeyiz, yalnızca anlarız.
İster istemez romanı okurken Gustave Flaubert’in Salambo (1862) romanını anımsadım. Romana “sahihlik” katan duygu romancının görme/anlama/bilme bilgisinin ötesinde konusunun/kişilerinin/kişisinin izi nasıl sürdüğünü hissetmemiz… Bu da onun anlatısına derinlik katan, hatta “güncel”in ötesine geçiren bir olgu.
Bence, romancının diğer bir meselesi de tarihi güncelleştirmek değil, tam tersi, tarihsel olandan yola çıkarak bugünü/yarına göndermelerde bulunmaktır.
İlber Ortaylı vari bir tarih anlatımı romanın kaldıramayacağı bir şeydir.
(*) Sultan II. Abdülhamid’in Sürgün Günleri (1909-1918), Atıf Hüseyin Bey; Hazırlayan: Metin Hülagü, 2003, Pan Yayıncılık; Yeni basımı Timaş Yay.
(**) Oryantalist, Tom Reiss; Çev.: Selda Somuncuoğlu, 2009, İletişim Yayınları
edebiyathaber.net (4 Ekim 2022)