Tarihi gerçekten anlatıya, anlatıdan söyleme gönderenin gene tarihin kendisi olduğunu, biz meraklılar izliyoruz. Geçmişe doğru gittikçe çoğalan boşlukların nasıl doldurulacağı da önemli bir sorun. Bugüne dek kim bilir hangi tarihçiler o boşlukları nasıl doldurdu ya da doldurmadan bıraktıkları boşluklar yüzünden tarih hep kesintili bir zaman içinde hangi eksiklerle süregeldi.
Tarih budur, diyebilecek olan var mı bugün? Böyle bir nesnelliği herkese dayatabilecek olan. Hemen dünden söz ediyorsak, olur elbette, yakın geçmişin içeriden tanığıyız. Daha çoğundan kuşku duymak için de nedenlerimiz belli.
Tarihçinin uzak geçmişte yaşananları somut gerçekler olarak almaya çalışması gerekir, bir tarihçi buna zorunludur ama yazdıklarından, önce kendisinin kuşku duyması da gerekir. Napoleon Bonaparte en iyi tanıdığımız tarihsel kişiliklerden biriyse eğer ve –her kim olursa olsun– insanın kişiliği asıl olarak onun iç dünyasında gizliyse, dünyayı değiştirmek için ayağa kalkmış tarihsel kişilerin eyleme dayalı olmayan kişiliklerini de bilmek gerekir.
Oysa o eski zaman kişiliklerini tam anlamıyla bilmemiz olanaksız. Tarihi somut halkalarından yakalayarak anlatmak da o tarihi doğru kavramak için yetmez. Öyleyse tarihsel gerçekliği daha doğru biçimde yakalayabilmenin yolu, tarihin söylemini yakalamaktır Bazen kendisini yakalamaktan daha önemli olabilir bu.
Öte yandan tarih aynı zamanda bir anlatıysa bütüncül bir tarih ancak onun söylemini de yakalamakla olasıdır.
Tarihin söylemi tarihten daha kapsamlı ve sıkı örülü olabilir. Tutarlı bir bütünlük kazandırmak için o söylemin göz önünden ayrılmaması gerekir. Üstelik söylem tarihe içkin değil, tarihin kendisince verilmiyor. Tarihçi, geçmişte yaşananları öyle bir araya getirir ve onlardan öyle bütün bir dünya çıkarır ki, ne bulup çıkarıyorsa onları söyleme bağlar – söylem, farklı düzeylerden çıkıp gelen tarihsel kesitlerin bir dünyanın parçaları olarak algılanmasını sağlar. En güvenilir tarihçiler bunu en iyi yapanlardır.
Demek tarihin kendinde söylemi yoktur da –nasıl olabilir–, öznel tarihin kazandırdığı söylemi vardır. Tarihe değirini veren budu.
Tarih elbette çok karmaşıktır, hemen budur denemeyecek, tarihçiden tarihçiye değişen yaklaşımlarla ortaya çıkar. Roland Barthes “Tarihin Söylemi” yazısında işin içine dili de katarak, tarih ve söylem düzeni arasındaki ilişkiyi az düşünülmüş ayrıntılara girerek çözümlemeye çalışırken, düpedüz ilgimizi çekecek düğümler de atar.
Tarihi hızlandıran tarih yazımı, sözgelimi, aynı uzunluk içinde bir yerde birkaç yüzyılı başka bir yerde yirmi yılı anlatabilir. Bir yüzyıl yüz sayfada da anlatılabilir on sayfada da. Nedenleri vardır elbette. Dahası, “tarihçinin zamanına ne denli çok yaklaşılırsa sözcelem baskısı da o kadar güçlü olur, tarih de o kadar yavaşlar” dyor Barthes. Bilginin çoğalması sözcelemi baskı altına alır, tarihçi daha çok anlatmaktan kaçınamaz.
Tarihin anlatı oluşu onun yazımı sırasında tarihçinin aklından çıkmaz. Sonunda o da yaşanmış hayatları anlatıyor, o hayatları yaşayan kişileri, onlar arasındaki ilişkileri, çarşı pazarı ve savaşı ya da barışı. Bir anlatı biçiminde yazılırken tarih de sık sık geriye döner, anlatılan zamanı daha iyi açıklamak için geçmişin verilerine başvurur. Nesnel olarak çizgisel yaşanan tarih, anlatılırken (yazılırken) kendi zamanı içinde bölünür, parçalanır ve bütüncül bir tarih için geride bıraktığı boşlukların nesnel biçimde tamamlanmasını gerektirir.
Tarih yazımındaki sorunlar, farklılıklar ve kavramsal zenginlikler şaşırtıcı olmalı. Sanki edebiyattan, kurmacanın sınırsız olanaklarından söz ediyoruz.
Semih Gümüş – edebiyathaber.net (7 Ağustos 2015)