Hari Kunzru’nun yazdığı Kırmızı Hap, varoluş krizindeki bir yazar üzerinden birden çok katmanı birleştirerek, tarihin yüzyıllardır aynı kapıya çıkan gölgesinin günümüzdeki biçimine dair geniş bir sorgulama alanı sunuyor.
1969 yılında doğan Hari Kunzru çocukluğunu Essex’de geçirdikten sonra Oxford Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı eğitimi almış. Warwcik Üniversitesi’nde ise felsefe ve edebiyat okumuş. 1999 yılında The Observer Yılın Genç Seyahat Yazarı seçilmiş. 2004’te İngiliz PEN Yürütme Konseyi üyesi olmuş. Birçok dergide kısa öyküleri yayınlanan Kunzrui ilk romanı Gölgenin Etkisi ile 2002 Betty Trask Ödülü ve 2003 Somerset Maugham Ödülü’ne layık görülmüş. İkinci romanı Transmission’la ise İngiliz Kitap Ödülleri’nde DesiBel Ödülü’nü kazanmış. 2005’te bir kısa öykü koleksiyonu olan Noise’un arından sırasıyla My Revolutions, Gods Without Man, Memory Palace, Twice Upon Time: Listening to New York, White Tears’ı okurla buluşturmuş. Hari Kunzru, şimdi ise İthaki Yayınları’ndan Burcu Denizci çevirisiyle yayınlanan Kırmızı Hap kitabıyla tekrar aramızda. Kırmızı Hap, ‘tarih-tekerrür’ ekseninde bitmeye niyeti olmayan sınırsız bir ‘kavganın’ içinde sıkışıp kalmış bir adamın öyküsünü anlatıyor.
Kitaptaki isimsiz anlatıcımız, orta yaş ve orta sınıf şımarıklığının içinde debelenen “bağımsız” bir “bilim insanı”. Aynı zamanda, bir yanda Brooklyn’de göçmenlik ve insan hakları üzerine çalışan karısı Rei ve kızı Nina’yla asgari dertlerle yaşayıp yine de kendini bilgisayar başında dünya dertlerine ağlamaktan alıkoyamayan diğer yanda ise hemen bu ‘derdinin’ karşısına, “Dünya değişirse ailemi koruyabilecek miydim? Omzumda küçük kızımla tel örgüleri tırmanabilir miydim? Lastik bot devrilirken eşimin elini tutabilecek miydim?” gibi soruları yerleştirerek aslında kendi için mi yoksa dünya için mi ağladığını tam olarak netleştirememiş bir yazar. Hala Guy Depord’un “Asla Çalışma” sloganından vazgeçmemiş, sanatın devrimciliğini, devrimciliğin sanatını kullanarak inançlarından ödün vermeden, dünyanın yaşayacağı kırılma anını bekleyerek nefes alıp veren bu kafası karışık entelektüel, paraya ihtiyacı olduğunu (nihayet) fark edince, Berlin’de bulunan Deuter Merkezi’ne “Lirik Ben” ile ilgili bir çalışma yapmak, daha doğrusu bir kitap yazmak için başvurur ve merkezin verdiği bursu kazanır. Vakit kaybetmeden de soluğu merkezin yer aldığı Wannsee’de alır.
Namahrem “potansiyel”
Savaş sonrasında parayı kırmış bir sanayici tarafından “bireysel insan ruhunun tam potansiyelini” ortaya çıkarmak gibi bir amaçla kurulmuş Dueter Sosyal ve Kültürel Araştırma Merkezi’nde, kendi “üstün potansiyelini” çıkarmak için bir an ön önce çalışmaya başlamak isteyen anlatıcımızı bazı sorunlar karşılar. Öncelikle yazmak için ‘tam mahremiyete’ ihtiyacı olan yazar, merkezdeki diğer insanlarla aynı yerde çalışmak zorundadır. Böyle bir ortamda kafasını toparlayamadığı için tek satır dahi yazamaz. O da internette sörf yaparak, göl manzarasını izleyerek vakit geçirir. Merkezdeki yeni insanlarla vakit geçirmeye çalışsa da sıkılır, göl kenarında yürüyüşler yapıp beklediği ‘ilham perisine’ açık çağrıda bulunur. Ancak onun tüm bu yaptıkları merkez tarafından izlenip kayıt altına alınmaktadır. Üzerine bir de yemek yediği, uyuduğu, banyo yaptığı, arada porno izlediği ‘yeni evinin’ de izlendiğini fark edince duruma isyan eder. Fakat tüm bunlar Dueter Merkezi’nin birer kuralıdır. Hatta merkezde geçirdiği vakit saniyesi saniyesine bir tür ‘faaliyet raporu’ şeklinde de haftalık olarak kendine sunulur. Açıkçası merkez yönetimi hatta kapıcı Uwe bile kendisinden pek memnun değildir. Yaptıkları, “Herr Dueter”in ‘felsefiyle’ uyuşmamaktadır. Ufak çaplı uyarılar alır.
Bir gün hem çevreyi hem de kendine yeni çalışma alanı amacıyla çıktığı gezintide üzerinde ‘Kleistgrab’ yazan bir tabelayla karşılaşır. “Kleist’ın mezarı”. Mezar taşının üzerinde de, “Ey ölümsüzlük, artık benimsin!” yazmaktadır. Bilindiği üzere Alman yazar Heinrich von Kleist, Henriette Vogel adlı kadınla birlikte intihar etmiştir. Ancak mezarın üzerinde sadece Kleist’ın adı vardır. Düz anlamda “ben”in ama aslında “sen”in imzası da diyebiliriz buna. Zaten “Lirik Ben” üzerinden yürümeye çalışan anlatıcı için bu tesadüf, bundan sonra yaşayacaklarının ilk adımıdır bir bakıma.
Kleist’ın laneti
Dueter’de ilk ayını deviren yazar için işler pek de yolunda değildir. Buradaki işten kastımız elbette onun ruh ve akıl sağlığı. Zira kendisi çalışma namına gıdım ilerleyememişken aklını da Kleist’ın kemirmeye başlaması onu, bir saplantıya doğru götürmeye başlar. Onunla yatıp onunla kalkar. Yürüyüşlerinde mutlaka mezarına uğrar hale gelir. Yine de günü kurtarmak adına en azından merkezde bulunmaya gayret gösterir. Arada arkadaşlarıyla iki tek atar. Ancak asıl ‘kafa dağıtma’ işi Mavi Yaşamlar adlı bir polisiye diziye denk gelmesiyle başlar.
Mavi Yaşamlar, yazarın deyimiyle, özel bir birimde “vicdanlarını kaybetmiş”, yoz polislerin ve azılı suçluların hikayesini anlatır. Şiddet dizinin ana öznesidir. İşkence her sahnede kol gezmektedir. Anlatıcı paket yiyecekleriyle yatağa uzanmış dizinin yeni bölümünü izlerken, Carson adlı psikopat polisin kameraya dönüp söylediği şu replikle irkilir: “Sürekli kana bulanan tüm dünya, üzerinde yaşayan her canlının, sonsuza dek, çekinmeden, duraksamadan, her şey tükenene kadar kurban edilmesi gereken geniş bir sunaktan başka bir şey değildir.” Anlatıcının zihni artık balçığa dönmüştür. Konuşabileceği birine ihtiyacı vardır. Merkezin temizlikçisi Monika’yla karşılaşlması ve bir yemekte onun hikayesini dinlemesiyle beraber balçık çamura evrilir. Sonrasında bir partide Mavi Yaşamlar’ın yaratıcısı Anton’la tanışması ise ve sonrasında gelişen olaylar okuru, kitabın asıl meselesine çeker. Burada detayları okura bırakıp sonuca geleceğim zira kitabın ‘ipliğini’ pazara çıkarmak istemiyorum.
“Ben”in ölümü
Hari Kanzru’nun Kırmızı Hap’ı tek bir noktaya birçok farklı açıdan bakan bir kitap. Anlatıcının dünyanın gidişatına, sanata dair düşüncelerinin “Ben”den ileriye gidememesiyle başlayan, Dueter Merkezi’nin mahremiyetin hiçe sayılıp “Ben”deki mahremiyeti dışlayarak kontrolü tek elden idare etmesiyle devam eden, Kleist’ın vurduğu kadını saf dışı bırakarak ölümü dahi “Ben”in ellerine bıraktığını gösteren mezar taşı, Monika’nın tipik DDR-Stasi kafesinde geçen hayatının edilgenliği, paragrafın girişinde bahsettiğim ‘tek nokta’nın ne olduğunu açıklamaya yetiyor. Ancak esas mevzu, Anton’un, Tyler Durden gibi ortaya çıkarak anlatıcının zihnini ele geçirmesi ve anlatıcının olmayan gücünü ele geçirerek, onu “Ben”inden alıkoymasında yatıyor. Çünkü tüm sıralananlar nihayetinde “sistemin” kucağına bırakılan insanlar, dolayısıyla düşünceler olarak tezahür buluyor. Tüm bunların birleşimi de, Kırmızı Hap’ın arka kapağındaki, “günümüzü geçmişin süzgecinden geçirip tarihin şimdiye nasıl musallat olduğunu anlatan sarsıcı bir roman,” açıklamasının sapmaz bir sağlamasını yapıyor.
edebiyathaber.net (25 Ağustos 2022)