Tarihçi John Lukacs’ın kaleme aldığı ‘Yirminci Yüzyılın Kısa Tarihi’, yazarın 1914’te başlayıp 1989’da sona erdiğini iddia ettiği yirminci yüzyılı sadece olaylarla değil, o olaylara sebep olan ve dünyanın kaderini değiştiren kişilerle anlatıyor.
“Bildiğim kadarıyla ciddi bir yirminci yüzyıl tarihçesi yok,” diye anlatmaya başlıyor John Lukacs ve “bu kitaptaki amacım tam olarak bu boşluğu doldurmak değil,” diye de niyetini baştan koyuyor Ketebe Yayınları’ndan Zeynep Tür çevirisiyle yayınlanan ‘Yirminci Yüzyılın Kısa Tarihi’ kitabında. Aslında bu giriş Lukacs için fazla mütevazi. Zira Macaristan doğumlu Amerikalı John Adalbert Lukacs’ın tarihe bakış açısı meslektaşlarından epey farklı. Adı, Jacques Gibbon, Jacques Barzun, George Kennan, Samuel A. Huntigton gibi önemli tarih düşünürleriyle birlikte anılan John Lukacs, akademiğe yakın diyebileceğimiz klasik tarih dilinin aksine, tarihi, hikâye anlatımıyla birlikte harmanlayarak okura sunuyor. ‘Yirminci Yüzyılın Kısa Tarihi’ni de bu anlamda, Lukacs’ın hem ‘yazarlığını’ konuşturması hem de tarihin dönüm noktalarındaki sosyal, kültürel, siyasal olayları yok saymadan, bunlara sebep olan kişiler üzerinden satırlara dökmesiyle klasik bir Lukacs kitabı olarak rahatlıkla anabiliriz.
‘Yirminci Yüzyılın Kısa Tarihi’nde Lukacs, üzerinde düşünülünce kendisine hak verilebilecek bir sav bırakıyor ortaya. Yazara göre yirminci yüzyıl 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’yla başlar ve 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sona erer. Kısaca ‘genç’ bir yüzyıldır. Lukacs, böyle bir iddiayla okur karşısına çıkmasına rağmen, gerçeğin muallaklığının devam edeceğini, bu değişkenliğin sonsuza dek süreceğini ve hakikatin peşinde olmak durumunda olduğumuzun altını şu sözlerle çiziyor: “Hayatımın büyük bir bölümünü “nesnel” ve “bilimsel” tarihçiliğin yetersiz bir hedef olduğunu ileri sürmeye, öğretmeye ve yazmaya adadım; ama “öznel” tarihçilik de böyledir. Tarihi bilgimiz, neredeyse her tür bilgi gibi, kişisel ve müdahilliğe açıktır; çünkü bilen ve bilinen, aynı olmasa da, tamamen ayrı değildir ve ayrılamaz. Hakikate tamamen hâkim olamayız. Ama yine de hakikatin peşinde olmalıyız.” Lukacs’ın derdini anladığımıza göre kitap ne anlatıyor, ona geçebiliriz.
John Lukacs öncelikle “yüzyıl”ın kökenine gidiyor. 1600’lerin ortasında tedavüle giren bu tanımla beraber yirminci yüzyıla gelene kadar geçen zamanda ne var ne yok bir özetini çıkarıyor ve oradan yirminci yüzyıla atlayıp bu arada tüm dünyada yaşananlara göz atarak “yazılı tarih” görevini tamamlıyor. Kendi tezi olan Birinci Dünya Savaşı’nı özetle “yorumlayıp” Büyük Savaş’la aralarındaki ilişkiye çok fazla değinilmemiş komünizme göz gezdiriyor. Son olarak da Amerika’nın savaşa dahil olmasıyla ilgili fikrini beyan ediyor. Büyük Savaşı sırasında Latin Amerika ve Uzak Doğu’yu da pas geçmeyen Lukacs artık 1920’lerin sonuna geliyor ve Büyük Buhran, Henry Ford gibi tüm dünyayı etkisi altına alan olay ve kişilere yer verdikten sonra yavaştan yine Avrupa’ya kayıyor. Ve bundan sonra da Lukacs, ‘genç yüzyıl’a, onu “yazanlarla” beraber bakmaya başlıyor. Yani “Beş Lider” diye tanımladığı kişilerle: Hitler, Churchill, Roosvelt, Stalin ve bu dördünün gölgesinde kalmış olsa da Charles de Gaulle.
John Lukacs kuşkusuz ki aslan payını, yirminci yüzyılın dönüm noktası olan İkinci Dünya Savaşı’na ayırıyor. Bu sonuçlara yabancı olduğumuz söylenemez. Ancak ‘Yirminci Yüzyılın Kısa Tarihi’nin Lukacs tarafından incelendiği işte tam burada kendini gösteriyor. Detayları okura saklayıp son sözü Lukacs’a bırakarak yazıyı tamamlayalım: “… II. Dünya Savaşı’nda, milli liderlerin tarihî önemidir. Çoğu hakkında kütüphaneler dolduracak denli binlerce eser vardır. Yine de önemleri öyle büyüktür ki onlar hakkında genelde pek düşünülmeyen bazı meselelerden, mecburen kısaca, bahsetme ihtiyacı hissediyorum. Evet, II. Dünya Savaşı’na katılanlar devletlerdi (ve milletler:) Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Sovyetler Birliği, Japonya, Birleşik Devletler vs. Ama Hitler’siz bir Almanya? Churchill’siz bir İngiltere? Roosevelt’siz bir Birleşik Devletler? Kişilerin en fazla tarihin araçları olabileceklerine, tarihi onların yazmadıklarına dair yaygın inancı en azından sorgulamalıyız. Adolf Hitler yirminci yüzyıl tarihinin en büyük figürlerinden biriydi. Kişileri tarihte sebep oldukları olaylarla değerlendiririz. Hitler olmasaydı, II. Dünya Savaşı da olmazdı. Hitler olmasaydı, Almanya’nın doğusu da dâhil, Sovyetler Avrupa’nın doğusunu işgal etmeyecekti. Hitler olmasaydı, beş-altı milyon insan kitlesel olarak öldürülmeyecekti. Ve ölümünün üzerinden elli yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen, birçok ülkede kayda değer azınlıklar hâlâ, antisemitizm de dâhil, nasyonal sosyalizmi destekliyor ve bu insanlar ona hayran olmadıkları için değil, siyasi sebeplerle Hitler’in adını hiç anmıyorlar. Açıkça söylemek gerekirse: Hitler’le hâlâ hesaplaşmadık mı?”
edebiyathaber.net (26 Eylül 2022)