Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Tarık Tufan… “1973 yılında İstanbul’da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirdi. Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsü Sosyoloji Bölümünde yüksek lisans eğitimini tamamladı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayınlanmakta ve bazı televizyon kanallarında edebiyat-sohbet türünde programlar sunmaktadır. Yayımlanmış yedi adet kitabının yanı sıra Uzak İhtimal ve Yozgat Blues filmlerinin senaristlerindendir.” denmiş özgeçmişinde.
Her okur için farklıdır bilirim ama benim için Tarık Tufan en çok da “Kekeme Çocuklar Korosu” demekti/r. Şimdilerde Profil Yayınları’ndan çıkan “Beni Onlara Verme” de onu aratmayacak samimilikte bir kitap. Sanki hep aynı semtte, aynı mahallelerde geçiyor hikâyeler. Lale, Fırat, İlhami, Bülent, Oğuzhan hatta Zuhal Olcay… Kısa yalın, bir o kadar da çarpıcı yaşanmışlıklar. Arı duru bir dil. Akıcı. İnsanın kalbini yarıp içine bakarmış gibi. Saydam. Şeffaf. Kimi zaman dokunaklı kimi zaman acıklı… Bir o kadar bildik-tanıdık. Güzelliği ağır bir yük gibi üzerinde taşıyan kadınlar, sevdikleri için gözlerini bile kırpmadan kalbini veren adamlar, derdinden ölen ana babalar… Daha neler var neler. “Hakikatin ve hikâyenin ayırdına varacak bir vicdanı, sorumluluğu, cesareti, aklı, kalbi, gözü, kulağı varsa anlatır.” diyen yazarla son kitabı üzerine söyleştik.
“Beni Onlara Verme”nin yazım sürecini alsak sizden kısaca… Nereden geldi aklınıza –o– mahalle’yi yazmak?
Çocukluğum ve ilk gençliğim o mahallede geçti. Bir yönüyle çok sert bir yönüyle çok müşfik bir hayat yaşanıyordu. Oradaki karakterlerin ne kadar anlatmaya değer olduğunu zamanla daha iyi anladım. Bir anlatıcıyı son derece kışkırtacak özellikleri vardı ve gün geçtikçe sayıları azalıyordu. Yeni hayatın içinde o insanlara yer kalmadı. Kentleşme süreçleri, yeni ahlak normları, tüketim alışkanlıkları, gündelik hayatın dönüşümü bu insanların nefes alıp vermelerine imkân bırakmadı. O mahalleyi anlatmak aynı zamanda kaybedilmiş bir şeylerin olduğunu hatırlatmak anlamına geliyor. Kuşkusuz çok sevimli, mutlu bir hayattan söz etmiyorum. Bir yönüyle de insanın bütün karanlıklarının çıplak bir halde karşımıza çıktığı bir semtti. Beni çeken şeylerden biri de bu. Aynı insan nasıl olur da hem bu kadar merhametli hem de bu kadar öfke dolu olabilir? Tuhaf bir ahlak anlayışı hüküm sürüyordu semtimizde. Kabadayılar, hırsızlar, katiller, dindarlar, Türkler, Kürtler, Lazlar, Arnavutlar kendi aralarında bir düzen kurmuşlardı. Gerektiğinde son derece şefkatli gerektiğinde de aynı ölçüde acımasız olabiliyorlardı. Böylece düzeni korumak mümkün olabiliyordu. Sonrasında ortaya çıkması muhtemel olayları düşününce hiç kimse fitili ateşlemek istemiyordu. Neredeyse İstanbul’un orta yerinde yaşıyorduk ama üzeri gazete kâğıdıyla örtülmüş bir cesedi görmezden gelir gibi, şehir gözlerini bizden kaçırıyordu. Semt her yere çok yakındı ama herkese çok uzaktı. Taksiyle semte gitmek istediğimizde taksicinin yüzünün değiştiğini hemen fark edebiliyorduk. Hayat değişti. Kabadayılar öldüler. İnsanlar arttık dertten, kederken değil, kalpten, kanserden ölmeye başladılar. Önceden kahvede şakalaşmaya vesile olan ayrılıklar, farklılıklar sonradan çatışmaya sebep oldu. Kahveler de yavaş yavaş kapandı sonra. Birbirinden borç alamayan insanlar bankalardan kredi çekmeye başladılar. Evlerin kapılarına fazladan kilitler takılmaya başladı. Genç çocuklar, ağabeylerinin yanında sigara içmeye başladılar, babalarıyla aynı kahvede oturmakta bir beis görmediler. Semt bitti. Bize de anlatmak kaldı.
Yazmak, başlı başına bir “eylem” midir sizin için? Yazmasaydınız, ne olurdu/nuz sahi?
Yazmak meselesine olduğundan daha küçük veya çok daha büyük anlamlar yüklemenin manası yok. İnsan neden yazar sorusu öteden beri edebiyat ilgililerin, yazarların ve okurların dikkatini çekiyor. Yazmak fiilinin çok katmanlı bir yapısı var. İnsan en iç daireden başlayıp çevresiyle ilişkisine varıncaya kadar, kendisiyle ve dışarıdakilerle ilişkilerini yazmak üzerinden kurgulayabilir. Yazmak kimi insanlar için bu anlamda bir yaşama biçimidir. Hayatını anlatmak üzerinden kuran insanlar var. Gabriel Garcia Marquez’in otobiyografisine koyduğu isim bu açıdan çok çarpıcı: Anlatmak İçin Yaşamak. Yazmak bir süre sonra yaşamakla yer değiştiriyor. İsmet Özel’in şiir bağlamında söylediğine kulak vermek meseleyi kavramaya katkı sağlayabilir: “Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?” Haddimi aşmadan söylemek isterim ki benim için de yazmak böylesi bir anlam taşıyor. Ancak yazmazsam ölürüm türünden büyük laflar etmeyeceğim. Yazmayı böylesine kutsamıyorum. İyi ki yazıyorum. Bundan memnunum. Yazmasaydım ne olacağımı bilmiyorum. Bir şeyler bulabileceğimi sanıyorum.
Beni Onlara Verme’de birbiriyle-bağlantısızmış gibi dursa da- bağlantılı hikâyeler var. Ritim duygusu da es geçilmemiş. Onlarca hikâye bir araya gelip ana hikâyeye odaklıyor okurunu. Bir filmin birbirinden bağımsız fragmanları gibi. “Senarist” yanınızı da düşünürsek, “Belli ki bir tercih!” diyebiliriz. İlgilendiğiniz alanlar birbirini nasıl etkiliyor/besliyor?
Kitaptaki hikâyeler birbiriyle bağlantılı. Baştan itibaren böyle kurguladım. Bir semt, o semtin mekânları, o semtte yaşayan insanlar var. Kitap bittiğinde okurun zihninde bir mekân ve ortam canlanabilsin istiyorum. Onun için detaylarıyla anlattım. Hikâyelerin bütününde bir dönem var; arka planda Türkiye yakın tarihinin, toplumsal travmaların, sınıfsal farklılıkların, eski hayat alışkanlıklarının göründüğü bir dönem. Bütün bunlar sıradan insanların hayatlarının fonunda duruyor. Sinemayla ilgileniyor olmak, senaryolar yazmak anlatma biçimine, üsluba, dile hiç kuşkusuz etki ediyor. Pek çok yerde bir sahne kurar gibi yazdığımı sonradan ben de fark ediyorum. Durumu okurun gözünde canlandırmak, yaşar hale getirmek, bir göz olarak izleyici gibi konumlamak söz konusu olabiliyor. Senaryo ve edebiyat başka başka duygulardan, biçimlerden ortaya çıkıyor. Birbirlerine temas ettikleri yerler olsa da teknik olarak başka yerlerde duruyorlar. Ben de yazarken iç içe geçtikleri anlar olabilir diye düşünüyorum. Bu yönde geri dönüşler alıyorum. Edebiyatı da, sinemayı da çok seviyorum. Aslında anlatmayı, izlemeyi, dinlemeyi seviyorum. İmkân bulduğum kadar anlatmaya devam ediyorum. Edebiyatın ve sinemanın ayrı ayrı açtığı alanlar var. Ama ortak noktaları şu: Hayata dikkat kesilmek, insanı farklı özellikleriyle kavramaya çalışmak, hikâyenin peşine düşmek ve iyi anlatmak. İyi anlatmak bahsinin altını çizmek isterim. İyi anlatılan her türlü hikâyeye dinleyici, izleyici, okuyucu bulmak mümkün. İnsanı tanımadan, iç içe geçmiş anlam dünyasını çözmeye çalışmadan, hayata uzaktan bakarak iyi anlatmanın olasılığı yok.
Kitapta derin mevzular var. Kırılgan ilişkiler. Güzel kadınlar. Talihsiz adamlar. Sınırlar. Duvarlar. Sonu baştan belli yazgılar hatta. Yazarken, “acı”yı “anı”ya mı dönüştürür yazar?
Anlattıkların gerçek mi diye sorduğunu biliyorum. Bunu başkaları da soruyor. Hatta en çok bunu soruyorlar; o semt gerçek mi, o insanlar gerçekten yaşıyorlar mı, bütün bu olaylar gerçekten oldu mu, senin başından mı geçti? Evet hepsi gerçek bu anlatılanların. O insanların, o olayların hepsi yaşandı. Emin değilim belki de gerçek değildir. Hiçbiri yaşanmamış da olabilir. Hepsini kafamda kuruyor olabilir. Bir kısmı gerçek evet. Bundan kuşkum yok. Bir kısmı yaşandı. O karakterlerden bazılarını tanıyorum. Çok yakından tanıdıklarım da var, uzaktan selamlaştıklarımız da. Hangileri gerçek ayırt edemiyorum. Ne kadarı gerçek, ne kadar kurgu artık iç içe geçti. Çünkü oradaydım ve gerçeklik insanda nefes darlığı yaratıyor. Çünkü oradaydım ve gerçeklik insanda kusma duygusu uyandırıyor. Gerçeklikle baş edemeyeceğimi öğrenince başka bir yol buldum kendimce. Yazmaya başladım. Gerçekliğin bütün kurgusunu bozarak yazıyordum. Böylece nefes darlığı ve iç sıkıntısı kısmen hafiflemeye başladı. Artık kendimce bir gerçeklik kurabiliyordum ve hayatla baş edebileceğimi düşünüyordum. Cesaretsizliğimin üzerine gidiyorum yazarak. Öte yandan yazarın anlattıklarının tümünün gerçek olması veya kendi başından geçmiş olması gerekmez. Hakikatin ve hikâyenin ayırdına varacak bir vicdanı, sorumluluğu, cesareti, aklı, kalbi, gözü, kulağı varsa anlatır. Zaten her şey önümüzde olup bitiyor. İnsana bakmak ve anlamak yeterli.
“On sekiz yaşındaydım, sakallıydım, üniversitede felsefe okuyordum, derslerden kalan zamanlarda Beyoğlu’nda, Tarlabaşı ve Asmalımescit’in ara sokaklarındaki konfeksiyon atölyelerine bobin iplerden satıyordum, amfi 10’un önünde arkadaşlarımla çay içiyordum, sigaraya başlama alıştırmaları yapıp uzun uzun yürüyordum, Nuri Pakdil’i, Kafka’yı, bir de Tüdanya’yı çok seviyordum.” diyen bir anlatıcımız var “Kayıp” öyküsünde. Aslına bakarsanız kitabın geneline aynı anlatıcı hâkim sanki. Samimiyeti, anlatım dilinden kaynaklanıyor olsa gerek kitabın. Bu anlatım dilini kurarken nelere dikkat ediyorsunuz?
Kitabın bütün öykülerini aynı anlatıcının ağzından dinliyoruz. Bir samimiyet olduğunu düşünüyorsanız bundan mutluluk duyarım. Samimiyet dediğimiz şey sanki dilden önce insanın kalbinde, zihninde başlıyor. Niyetiyle ortaya çıkmaya başlıyor. Sonra bu niyet dilinde bir karşılık buluyor. Üslup sahibi olmak, anlatıya büyük imkânlar oluşturmak anlamına geliyor. Kendi anlatım dilim büyük ölçüde gündelik dilden besleniyor. Mümkün olduğu kadar yalın olmaya ve zaman zaman da karşımdaki biriyle konuşur gibi yazmaya çalıştım. Bu öykülerin böyle bir üslupla iyi anlatılabileceğini düşünüyorum. Karakter ve olayların niteliği böyle bir anlatıya uygun. Olayları yaşatabilecek ve gerçeklik duygusunu artıracak detaylara önem veriyorum. Masadaki bir şeyi hatırlattığınızda olayla doğrudan bir ilgisi olmasa da okurun zihninde gerçeklik duygusu pekişiyor. Konuşma dilindeki tekrarlara benzer tekrarlar kullanmayı seviyorum. Anlatıcı sanki ne anlatacağını o an düşünüyormuş gibi yazıyorum. Dolayısıyla tekrarlar ve başa alıp devam etmeler oluyor. Hatırlamaya çalışan bir anlatıcı hali var. Böyle bir anlatım dilini de seviyorum.
Kitapta altını çizebileceğimiz birçok cümle var. Birçok aforizma…“Bir kadını gerçekten sevmişsen kalbinden başka hiçbir şeyin kalmamıştır; aşk, evvela aklından başlayıp ne var ne yok her şeyini birer birer terk ettiğin uzunca bir yoldur.” gibi. Yazarın, hayatın imbiğinden geçmiş bu sözleri bulması sadece “yaşamak” ile ilgili olmasa gerek… Biraz da –hatta belki çokça– okumakla ilgili mi? Okumak-yazmak arasındaki ilişki sizin için ne ifade ediyor?
İyi bir okur olmakla iyi bir yazar olmak arasında oldukça güçlü bir ilişkinin var olduğunu yadsıyamayız. Büyük edebiyatçılar yazıyla olan ilişkimizde deniz fenerleri gibi yolumuzu aydınlatıyor, belirginleştiriyor. Büyük edebiyat eserleri, hayatından kendisinden daha gerçek ve öğreticidir. Dostoyevski’nin insana dair çözümlediği büyük gerçeklik, dünya var oldukça eskimeyecektir. Ecinniler’i, Yeraltından Notlar’ı, Suç ve Ceza’yı, Karamazof Kardeşler’i bilen bir yazar, insanın kendisiyle ve hayatla kurduğu bütün anlam değerlerini epeyce derinden anlayabilme imkânına kavuşmuştur. Dostoyevski insanın karanlığında saklı duran büyük bir hakikati görünür hale getirmiştir. Bu hakikat kendisinden sonradan gelen yazarlar için artık ifşa olmuş bir sırdır. Bu hakikat üzerinden yeni bir kavrayış ve yorumlayış gücüne erişebiliriz. Kurduğumuz dil, kendi karakter özelliklerimiz, deneyimlerimiz, ruh halimiz, tahayyül ve tasavvurlarımız üzerinden şekilleniyor. Yazarın sahip olduğu varoluş biçimi dilini biricikleştiriyor. Bu dilin altında, onu besleyen ve gücünü artıran büyük yazarların olması doğal.
“Delirmiş Kızlara Ağıt”ta, “Mahalleden gidenlerin geride bıraktığı en ağır hikâyelerden birini kalbimize yük edip gittiler. O zamanlar bizim mahalleden kim gitse bir boşluk kalırdı orta yerde; gidenlerin de kalanların da içini sızlatan bir boşluk.” diyor. Şimdilerde sizin için “mahalle” kavramı ne ifade ediyor?
Mahalle ortak bir yaşam alanından büyüyen duygu ve aidiyetlerdir. Zihnimizdeki bütün çağrışımları samimiyet ve dayanışma üzerinden ifade edilebilir. Mahalle evimiz, mahalle yurdumuz, yaralarımızı sardığımız mekân. Mahalle aşık olma halimiz, mahalle kavga etme halimiz. Mahalle varlığımız, mahalle yokluğumuz. Şimdilerde yitiğimiz. Kaybettiğimiz. Ölümümüz.
“Derdinden Ölen”de, “Başkalarının hayatında aşk, insanın gözlerini ışıldatan bir hayal âlemiyken, heyecan verici bir baş dönmesiyken, tatlı bir kalp çarpıntısıyken bizim oralarda aşk bir dert oluyordu, bir zehir oluyordu.” demişsiniz ya… Aşk’ın tanımı bile değişiyor mu insanın yaşadığı “mahalle”ye/ coğrafyaya göre? (Nasıl bir değişiklik bu, öyleyse…)
İnsanın duygularını ifade etme biçimin son derece kişisel tarafları bir yana, kültürel ve coğrafi koşullardan da etkilenen yanları var. Bu topraklar bizim acılarımızı yaşama biçimimizi, hüzünlenme biçimimizi, aşık olma ve kavga etme hallerimizi belirliyor. Yaşadığımız şehirler, o şehirlerdeki semtler, o semtlerdeki sokaklar duygularımızı yaşama ve ifade etme biçimlerini öğretiyor. Bazı duygular için öğretmekten daha çok dayatmak kavramını da kullanabiliriz. Yaşadığımız semtlerden bir ahlak ediniyoruz. Mizaçlarımız benzemese bile bu ahlakı yaşama şekilleri ortaklaşıyor. Bizim semtin de bir aşk yorumu var. İnsanlar benzer davranışlarla yaşıyor.
“Beni Onlara Verme”den sonra… Neler var sırada? Masa üstünüzü paylaşır mısınız bizimle?
Bir roman yazma arefesindeyim. Biraz yazmaya başladım aslında. Kafamda iki karakter var ve bu iki karakterin hikâyesini anlatmak istiyorum. Henüz nereye gidebileceğini kestiremiyorum. Bir kadın ve bir erkek var. Karakter özelliklerini düşününce yazma arzum daha da arttı. Şimdi bu romana çalışmaya başlayacağım. Bir de senaryo düşüncem var. Ama biraz zamana ihtiyaç var.
edebiyathaber.net (28 Nisan 2017)