Söyleşi: Merve Koçak Kurt
“İnsanın en ölümcül yarası, içinde anbean büyüyen gitme hevesidir, İshak henüz bilmiyordu. Ölmekle gitmek aynı şey; ne ölenlerin ne de kalbindeki ıstırap verici ağrı dinmek bilmediği için uzaklara gidenlerin geri döndüğünü bu dünyada gören oldu.” diye başlıyor Tarık Tufan’ın “Düşerken”i.Profil Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. Uzun soluklu bir roman “Düşerken”; bir arayış/ yüzleşme/ hesaplaşma/ yol-culuk romanı olarak okunabilir. Ancak bütün bu tanımlar yetersiz de kalabilir. En iyisi mi, biz sorularımızı sorup köşemize çekilelim ve kitapla ilgili yorumları okura bırakalım.
“Düşerken”ilkin nasıl parçalanacağını biliyor muydunuz kahramanlarınızın? Birbirinden çok ayrı dünyaları varmış gibi duran iki insanı hangi kader/yazı çizgisi birleştirdi, yola düşürdü, ayırdı? Yani özetle romanı nasıl “kurdunuz”? Nereden yola çıktınız? Son’a nasıl vardınız?
Başlangıçta hayat içinde yan yana gelebilme ihtimali oldukça zayıf iki farklı karakterin son derece sıradan bir anda karşı karşıya gelmelerini ve sonrasında hiç hesap edilmeyen ortak bir kaderin içinde yol almalarını hayal ediyordum. İki karakterin benzeşen tek yönleri bir düşüş halinde olmaları ve bu düşüşün epeydir devam etmesiydi. Nasıl parçalanacaklarını romanı kurarken tam anlamıyla bildiğim söylenemez. Olaylardan ziyade, karakterler ilgili sezgilerim vardı. Yazmaya başlayınca sezgiler gerçeklik dünyasında yerlerini buldu ve içe doğru açılmaya başladı. Karakterlerin bugünkü halleriyle birlikte, taşıdıkları ağır ve yorucu bir geçmişin ortaya çıkması düşüşün şiddetini artırdı. Bir yere kadar anlattım ama bunun bir son olduğunu söyleyemem. Romanları yazdıktan sonra karakterler zihnimde kaldıkları yerden yaşamaya devam ediyorlar. İshak da Jülide de kendi hayatlarına devam ediyorlar.
Bir yol/cu/luk hikâyesi gibi duruyor İshak’ın ve Jülide’nin hikâyesi. İkisinin de derin acıları, kayıpları, arayışları var. Kader çizgileri kesişip bir yolculuğa çıkıyorlar beraber. “Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir. Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır, ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.” diyen Hint felsefesi kuralını anımsayarak soralım: Jülide mi İshak’ın karşısına çıktı, İshak mı Jülide’nin? Kim kime yoldaş, kim kime ayna oldu?
Düşerken çift taraflı bir yol hikâyesi; bir şehirden uzak bir şehre, bugünden geçmişe doğru zorlu bir yolculuk. Bir görünen yolculuk var bir de içsel ve dışarıdan bakınca görünmeyen. Elbette içsel olanı daha çetin, zorlu ve karmaşık. Aslında İshak’la Jülide’nin başka şehre yaptıkları yolculuk zahiri kısım. Bazen içimize doğru yolculuğa cesaret edemediğimiz için başka yerlere yöneliyoruz. Bir tür kaçış. Gitmek zorunda olduğumuzu biliyoruz ama korkularımızla baş edemediğimiz için başka yerlere bakıyoruz. Böylesi anlarda karşımıza çıkan insanlar doğru kişiler midir? Bundan mutlak manada emin değilim ama karşımıza çıkan her kimse, sonu ne olursa olsun o yolculuğa birlikte çıkmak kaderin bir parçası oluyor. Sonunda bir şeyi öğreniyoruz. İyi veya kötü, doğru veya yanlış. Bir bilgiye, duyguya, ahlaka erişiyoruz. Daha iyi insan veya tam aksine daha kötü bir insan haline dönüştürüyor yaşadıklarımız. Geçmişten gelen ve büyük yaralar açan hatıralarımızla yüzleşme cesareti gösterebildiğimiz andan itibaren başka bir insana dönüşüyoruz. Yeni bir hayat ediniyoruz. Kendimize merhamet edebilmeyi öğreniyoruz mesela. Önce kendimize merhamet edebilmek gücüne erişince, başkalarına da merhamet edebilecek olgunluğa erişebiliyoruz. İçimize doğru derinleşen bu sorgulama, bu yolculuk, geri döndüğümüz anda başka biri olmamıza vesile oluyor. Ancak yolun bazı bölümleri tekinsiz ve zorlu olduğu için kalbimizi katılaştıran, bencilleştiren biri haline dönüşmek de mümkün. O yolu yürümüş olmanın kibriyle hayata devam edebiliriz.
Birbiriyle karşılaşan insanlar için bir öncelik sıralaması yapamayız. Hayatın döngüselliği içinde birbirimizle karşılaştıysak ikimizin de ihtiyacı olan budur. Bir kader üzerinde ortaklaşmak iki insanın da bununla sınanacağı anlamına gelir. Karşı karşıya gelen aynalara bakınca derinlik o kadar uzayıp gider ki, kimin kime ayna olduğu da, gerçek aynanın hangisi olduğu da anlamını yitirir.
Jülide diyor ki: “Giden birinin yalnızlığına kendi yalnızlığımla ortak oldum. Hangimizin yalnızlığının daha büyük olduğunun bu ortaklıkta bir önemi yok. Şimdi çoğalmış yalnızlıklarımızı yan yana koyup birlikte yürüyoruz.” Bu yürüyüşte kahramanların “yalnızlıkları” nasıl değiyor ilkin birbirine? Jülide’nin resimlerinde, İshak’ın sözcüklerinde… Bu ‘çift kişilik yalnızlık’ hikâyesinde aşk mı dostluk mu yoksa zamansız/tanımsız bir beraberlik mi ağır basıyor?
Başlangıçta Jülide’nin İshak’a eşlik ettiği gibi bir düşünceye kapılıyoruz ancak hikâye ilerledikçe gerçeğin bu olmadığını, en azından bundan ibaret olmadığını fark ediyoruz. Jülide’nin söze dökmediği, dökmekten usandığı ya da ihtiyaç hissetmediği yalnızlığı çok soyut bir tabloda oldukça acıtıcı bir şekilde yer alıyor. İnsan bazen birileri fark etmesin diye gizlediği şeyleri, aslında birisi fark etsin ve sorsun diye küçük bir yerinden açık bırakır. Gizlemek, doğru zamanda bulunması için umut etmektir bir yanıyla. Çok açık olduğunda öneminin kavranamayacağını bildiğimiz şeyleri gizlerken, içten içe birilerinin, bir gün o örtüyü kaldırıp hakikati anlamasını bekleriz. İshak ve Jülide’nin yalnızlıklarının birbirine değdiği an, işte o kısacık fark ediş anı. Birinin örtüyü kaldırmaya teşebbüs ettiği an.
Bu çift kişilik yalnızlığa bir isim koymak kolay değil. Benim için yazarken kolay olmadı. Okur için de aynısı olabileceğini tahmin ediyorum. Bu muğlaklığı sevdiğimi söylemeliyim. İki kişinin hayatına şahitlik ediyoruz, başlarından geçenleri görüyoruz, neler düşündüklerini öğreniyoruz ve aralarındaki ilişkinin adını koymakta güçlük çekiyoruz. Nihayetinde hepimizin kafasında bir şeyler oluşacak. Bu ilişkiyi tanımlayacağız. Belki de ara ara fikrimiz değişecek. Romanın başında, ortasında ve sonunda başka duygulara sahip olacağız. Bu değişkenliği, belirsizliği seviyorum.
Giden geride kalan kadar kaybeden, kalan da giden kadar eksik ve yarım mı? Nasıl tamamlanacağız bunca gel-gitte? Ya da tamamlanamayacağımızı bilerek mi “yaşayıp gideceğiz”?
İnsanın tamamlanması, eksiğinin kapanması, kemale ermesi benim aklımın ereceği bir mesele değil. İnsan acizdir, an gelir göz kapaklarını açıp kapamaya bile güç yetiremez, bu acizliğinin farkında oldukça tamamlanabilmek için bir adım daha atmış olabilir. Bize düşen acizliğimizi idrak etmek. Yaşadığımız zaman dilimi, bütün acizlikleri gizleyen, insanın neredeyse dilediği her şeyi yapabilecek kudrette olduğuna inandıran bir ahlakı büyütüyor. Kudretin satın alınabilir bir meta olduğuna hepimizi inandırıp tükettikçe güç sahibi olacağımızı fısıldıyor kulaklarımıza. Bir tür ölümsüzlük illüzyonuna kapılıyoruz böylece. Bu kadar konfora sahip olmak, bu kadar güç peşinde olmak, bu kadar kibirli ve ihtiraslı olmak, bu kadar kendinle meşgul olmak bir ölümlünün yapabileceği bir şey midir? Bu özellikler bu kadar yaygınsa aramızda, bunun tek bir açıklaması olabilir: Ölümsüz olduğuna inanmak!
Biz insan olmaya çalışıyoruz. İnsanlık mertebesine ulaşmaya çalışıyoruz. Bu kazanılmış bir hak değil, uğruna emek etmekte ısrar edeceğimiz bir süreç. Günlük dilde de böyle kullanıyoruz aslında. Birinin iyiliğine, adaletine, doğruluğuna işaret etmek için “İnsan” diyoruz. İnsan demek yetiyor. Tamamlanmak bahsi böyle bakınca bir lütuf, ihsan. Taşınması ağır bir yük. Kime vereceğini de Mutlak Kudret sahibi bilir.
“Oysa gidenler her daim geç kalmıştır. Gitmek derdine bir kez daha düşen için artık kalmak da yaradır.” denmiş “Düşerken”de. “Gitmek” s/imgesel olarak yazarın –yazı– hayatında ne(re)ye tekabül ediyor?
Dünya hiçbirimizin yarasına merhem, derdine derman, gönlüne huzur, kalbine ferahlık, yüreğine genişlik, sadrına şifa olmuyor. Dünya hiçbirimizin gurbetini dindirmiyor. Hangi zaman diliminde olursak olalım, hangi toprak parçasında yaşıyor olursak olalım, maddi koşullarımız, sosyal koşullarımız ne olursa olsun bir eksiklikten söz ediyoruz her vakit. Gitmek duygusu en derinde dünyayla kurduğumuz münasebetle ilgili. Geçicilik fikrini içimizin en derininde bir yerde hissediyoruz.
Bu derin huzursuzluk hali beni yazmaya itiyor. Yazdıkça dünya denen mahpusluk halinden kaçıp gidiyorum. Yazdığım her satır bir gitme haline tekabül ediyor diyebilirim. Nereye gidersem gideyim, içimdeki gitme duygusu son bulmayacak. Bunu biliyorum. Yazmak imdadıma yetişti.
Anlatıcılar değişiyor: Arada İshak alıyor sazı eline, arada Jülide, arada tanrısal anlatıcı. Bunu yaparken aklınızdan geçen şey neydi? (Uzun soluklu bir romanı sıkılmadan okuyabilmesi mi okurun?) Yazara ve okura nasıl bir kolaylık sağlar bu durum?
Başlangıçta üç farklı anlatıcı fikri aklımda yoktu. İshak’ın ağzından yazmayı hayal etmiştim. Sonra acaba Jülide’nin ağzından mı yazsam diye içimden geçirmeye başladım. İkisinden de vazgeçip bir tanrı anlatıcı fikrine kapıldım. O da tatmin etmeyince, üç farklı anlatıcıyla devam ettim. Benim için çok kolay olmadığını itiraf etmeliyim. Daha evvel sadece “Ve Sen Kuş Olur Gidersin” de küçük bir denemem olmuştu bu konuda. Bazı anlatılar, anlatıcının kim olması gerektiğini yazara dayatır ve neredeyse bir mecburiyet haline dönüşür. “Düşerken”de böyle hissettim ve anlatıcıları çoğaltmak zorunda kaldım. Kurmak istediğim dünyayı böyle daha iyi kurabildiğimi görünce doğruluğuna ikna oldum. Okur için de o dünyaya girmenin kapılarını çoğaltacağını umuyorum.
İçimize bakmamızı, özellikle derinlikli bakmamızı sağlayan bir roman “Düşerken”… “Kendi kendime ayna oldum, gördüklerime tahammül edecek gücü bulamayınca da paramparça ettim. Söylemek kadar kolay olmadı. Hiç kolay olmadı. Kendi sırrını parçalamak.” demiş kahramanınız. Yazmak da bir tür parçala(n)ma değil mi? (Ben’in parçalara ayrılması ya da…) Ayna’da gördüğümüz aslında kendi ben’imiz mi yazarken/ okurken?
Bir roman yazmak ve bir roman okumak hâlini zaman zaman yeteri kadar ciddiye alıyor muyuz diye kendi kendime çok sormuşumdur. Yazarken ve okurken çok büyük bir şeye cüret ediyoruz. Yazmak kadar okumak da bir parçalanma hali; benliğin, ruhun, kalbin, duygunun ve düşüncenin parçalanması. Hayatlara dokunuyoruz, içine dahil oluyoruz, mahremiyetleri paramparça ediyoruz, haddimizi aşıyoruz, gücümüzü aşıyoruz. Bütün bunlar bir romanın içindeyken gerçekleşiyor. Bir romanı yazmak ve okumak, bu sorumluluğa razı gelmektir. Bir parçalanma haline razı gelmek, daha da ötesi talip olmaktır. Edebiyat en çıplak, korunmasız, saf halimizle içine girdiğimiz bir dünya. Kendi “Ben”imizi aradan çıkararak yazmak veya okumak ihtimali yok. “Ben”liğimizin bu kadar çıplak ve korunmasız kaldığı yolculuğun, kimi, ne ölçüde parçalayacağını kestirmek güç.
Yol/cu/luk, körlük, koku, ayna ve benzeri kavramlar aynı zamanda metafor olarak da kullanılmış sanki…Okur, hem düz bir şekilde okuyabiliyor yazılanı hem göndermeleriyle… Metaforik anlatımın kattığı derinlik desek… Ne dersiniz?(Yoksa ben mi uyduruyorum bunu?!)
Edebi metinlerin metaforik derinliği, çok katmanlılığı hiç kuşkusuz zihnimizi kışkırtırken, ilhamımızı güçlendiriyor. Bu derinlik ve katmanlılık, erişilmesi kolay olmayan bir ustalık gerektiriyor. Büyük yazarların büyük eserleri bu zenginlikleri, derinlikleri nedeniyle zamanı ve mekânı aşıp klasikleşmişler. Dünyanın her yerinden insanlara bir şey söyleyebilmek nasıl bir maharettir? Nasıl bir söyleyebilme kabiliyetidir. Karakterleri ve olayları, zamandan münezzeh kurgulayabilmek, açık ve güçlü çağrışımlar taşıyan anlatılar kurabilmek büyük hüner. Elbette haddimi aşmak istemem ama romanlarımda metaforik anlatımları, çoklu okumalara imkan açacak katmanlılığı kurmaya çalışıyorum. Her yeni romanda güçlenmesini umuyorum kendi adıma. Okur romanın içindeyken kazıdıkça derinleşen, altta yeni şeyler keşfedebileceği bir yapının içinde dolaşsın istiyorum.
Oldukça lirik ve felsefi bir anlatım göze çarpıyor romanda. “…bir hikâye gibi akıyor yüzü.”, “…geçmiş denen kül rengi labirentin içinde.”… Geçmişi, yazarın dilini ne kadar etkiliyor? Anlatım biçimini nasıl şekillendiriyor?
Anlatım biçimi dediğimiz şey, yazarın bütün varoluş biçimlerinin içinde yer aldığı bir eylem hali. Anlatım biçimi, dilimizle, anlama ve yorumlama tarzlarımızla, duygulanım biçimlerimizle ortaya çıkıyor. Bütün bunlar geçmiş dediğimiz süreçte belirginleşen özellikler. Geçmişin bize öğrettiği şeyler bunlar; kelime dağarcığımız, söyleme şeklimiz, hislerimizi yaşama ve ifade etme biçimlerimiz. Masaya oturduğumda geçmişimle birlikte oturuyorum. Yazmaya başladığımda geçmişin izleri değiyor her satıra. Bundan kaçınabilir miyim bilmiyorum. Zaman zaman kaçmaya çalıştıysam da olmadı.
“Tanıştığımız andan itibaren hayatlarımıza açgözlü bir sömürgeci gibi değil, meraklı bir kâşif gibi, gördüklerine hayranlık duyan bir seyyah gibi, bir nefeslik sığınma arayan mülteciler gibi, sırrın peşindeki derviş gibi girmiştik.”Romanın kalbinin attığı cümlelerden biri sanki… “Düşerken”… Bu kemâlât yolculuğundan okur’un heybesine ne dolmasını iste(r)diniz?
Ben bir şeylerin içinde kıvranarak, bazen acı çekerek, öfke duyarak, merhamet ederek, bir hikâyeyi yaşayarak yazdım. Kendimce murat ettiklerim vardı, niyetlerim, heveslerim, peşine düştüklerim vardı. Yazdım ve yazdıklarımı ortaya bırakarak köşeme çekildim. Her okuyan başka türlü yüzleşmeler, çıkarımlar, duygulanım biçimleri yaşayacak. Bazıları bunu anlamlı bulacak veya bulmayacak. Kimin heybesine ne dolacağı meselesini hiç düşünmedim. Düşünmek de istemem. Her okuma hali biricik deneyimdir. İkinci kez okuduğunda bile o deneyim bambaşka hale dönüşür. Bundan sonrası her okur için ayrı bir yolculuk.
edebiyathaber.net (16 Kasım 2018)