Konuşmaya sustu, gülmeye sustu Güldiyar. Kalbindeki çırpınan kuş da, saçlarını maviliklere uçuran rüzgâr da sustu. Her şey taşa kesti. Havadaki tüm bulutlar karardı, Güldiyar’ın gözünde kış oldu, dondu, taş oldu gözyaşları. Oysa daha birkaç saat önce aynadaki görüntüsü odanın bir köşesinde taptaze duruyordu.
Hasan Ali Toptaş’ın yakın zamanda yayımlanan romanı “Beni Kör Kuyularda” Everest Yayınlarından. Bundan önce ise “Kuşlar yasına Gider” eserini okurları ile buluşturmuştu. Aslında HAT’ın eserleri ile geç tanıştım. İlk olarak “Heba”yı okudum. Oldukça keyif alarak okuduğum bir eser. Ve arkasından sırayla bütün eserlerini alıp arka arkaya okudum. Ve okuduğum her metinde kelimelere eklenmiş bir sihirle rahatlatan, ya da rahatsız eden, kıyıdan köşeden okuru da dahil eden bir sosyal olaylar örgüsü içinde bulursunuz kendinizi. İsteseniz de kendinizi orada yok sayamazsınız. Televizyondaki kanlı canlı haberleri izlemek istemeyip, düğmesini kapatır gibi kendinizi söküp alamazsınız oradan. Yazar, okuru çoktan metne dahil etmiştir. Sonra bir boşluk bulup baş köşeye oturursunuz. Kitap bitene kadar kendinize edindiğiniz sır diyarının içinden çıkamaz adeta kendinizi romanın bir karakteri gibi görürsünüz. Ayrıca yazarın “Ben Bir Gürgen Dalıyım” hem çocukların hem yetişkinlerin okuyabileceği ve okuyanı masallar diyarlarına taşıyıp, insanın doğaya karşı acımasızlığını dile getiren önemli bir eser.
“Beni Kör Kuyularda” köyden kente göç eden, göç ederken eşyalarının ağırlığından çok hayallerinin ağırlığını taşıyan Güldiyar’ın babası Muzaffer, annesi Bahriye ve gecekondularını kaybolan ya da kaçırılan kardeşi Hüseyin’in ateşi ile ısıtan bir aileni dramı.
Eserdeki olay örgüsünde farklı karakterler olsa da ön plana çıkan Güldiyar ve babası Muzaffer var. Romanda bulunan her karakter toplumdaki bir kesimi anlatıyor. Bazen sürrealist geçişler bazen de gerçekçi anlatımlarla harmanlayıp kalabalığın ortasında elini tutabileceği, sırtını dayayabileceği insanların yavaş yavaş hayatlarından çekildiğini, her gün biraz daha yalnızlaşmaya itilen insanın tablosunu çiziyor yazar. Bireylerin başkalarının acısına seyirci iken bir gün seyirlik olacağını da sezdiriyor. Ve kitap bittiğinde Franz Kafka’nın şu cümlesini anımsatıyor: “Dayanılmaz olan aslında yaşam değilmiş, insanlarmış.”
Her gün yemeğini yanında götüren Muzaffer o gün yemeğini yanına almayı unutur. Annesi Bahriye Güldiyar’ın babasına yemeğini götürmesini ister. Kızını gönderir ama sanki “mahallenin yarısını kaplayacak bir çift kanadı varmış da, iki yana açıp kızını onların altına almış gibi bakar” arkasından. Güldiyar, yemeği götürmek üzere yola çıkar. Ancak Güldiyar eve dönerken ne yaşadı ne ile karşılaştı bilinmez. Hangi rüzgâr gürül gürül akan saçlarını tez elden yaprağını döken ağaca dönüştürdü, bilinmez. Sadece susar ve tüm bulutları gözlerine toplayıp ağlar her sorulan soruda. Ne annesi ne de babası konuşturamaz kızlarını.
O artık Munch’ın tablosundan fırlayıp evinin bir köşesinde mindere oturtulmuş, gün ortasında bütün renklerin içinden en çok da siyahı barındıran bir “çığlık”. Gözlerinden dökülen her yaş çalınmış çocukluğu ile birlikte taşa dönüşür. Sonra yanık bir türkü olur, kendi zindanında. Bütün bunlardan sonra Güldiyar’ın evi dolup taşar. İzlemek için, taşan dönüşen gözyaşlarını, zindanına hapsolmuş yanık türküsünü, çalınmış çocukluğunu izlerler, insan yanlarını evlerinde bırakarak. Sadece meraklarını gidermek için başkasının acısından beslenenlerle dolup taşar orası. Tıpkı Munch’ın tablosundaki gibi gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bağıran, isyan eden ya da sesi içine hapsolmuş bir insan figürünün arkasında duran, her şey yolundaymış gibi, çığlığı izleyen insan figürleridir Güldiyar’ın evine doluşanlar da.
Tıpkı Picasso’nun Guernica Tablosu’nda olduğu gibi. Tıpkı savaşın bütün renkleri siyah ve griye dönüştürmesi gibi. Gün gelip o tabloya iğrenti ile bakıp, bunu kim yaptı diyecek kadar pervasız olan savaş yaratıcılarından biri Picasso’ya “bunu siz mi yaptınız?” diye sorar. Picasso “Hayır siz yaptınız” diye cevap verir. Evet yakınımızda, yanımızda ya da uzağımızda evlere düşen her ateşte, sönen her ocağa karşı seyirci kalmak da suça ortak olmaktır. Televizyonların karşısına geçip izlediğimiz, sadece o an ahlayıp içimizdeki ürpertiyi unutmaya bıraktığımız haberlerde tecavüze uğrayan, öldürülen, bir süre sonra normale dönüp, arkamızı çevirdiğimiz, hayatları gri ve siyaha dönen insanları çarçabuk unutmamız gibi.
Başkalarından yardım bekleyen bir çığlık, diğeri için bir ödüldür. Tıpkı açlıktan ölmek üzere olan kız çocuğu ve onu yemek üzere olan akbabanın fotoğrafını çeken ve 1994’te fotoğraf dalında Pulitzer ödülü kazanan gazeteci Kevin Carter gibi… Yine burada seyirci ya da ödülü layık görenler fotoğrafın teknik kısmı ile ilgilenir. Hayretler içinde fotoğrafçının bu kareyi nasıl yakaladığını tartışırlar…
Seyirciler ve fırsatçılar
Taşlaşan gözyaşlarını izlemeye gelen ‘insanların’ ardı arkası kesilmez. Bu sorunu başta geçici bir merak gibi gören Güldiyar’ın babası Muzaffer ve annesi Bahriye bunun altından kalkamaz ve çevreden yardım isterler. İşte tam burada okur da seyirciler arasına katılıp bir çözüm yolu bekler, adalet bekler, hani bir yardım eli gelir diye umutlanır, ya da kendince birçok çözüm yolu bulur Güldiyarı kurtarmak için…Ancak bu yardım elini uzatanlar karanlık adamlardır, iyilik adı altında durumu fırsata çevirip gelen meraklılardan ücret alırlar. Daha da ileri gidip Güldiyar’ın sırtını bıçakla dürtüp ağlamasını sağlarlar. Güldiyar’ın gözünden dökülen her yaş taşa dönüşür taş da fırsatçıların sermayesi olur. Birçok yerde karşımıza çıkan ve yıkıcı düşler eşliğinde toplumun her kesiminde kendine yer açan fırsatçıları, mafyayı burada da görürüz. Bu karakterler hangi toprağın üzerinde yaşarlarsa yaşasınlar bunların tek ortak özellikleri ve ihtiyaç duymadıkları tek şey merhamet ve vicdandır.
Muzaffer, olup bitenden habersiz, yaka paça uzaklaştırıldığı gibi kızını da artık koruyamaz. O da artık seyirciler arasında kızının her gün biraz daha tükendiğini çaresizce izler.
Kitabın sonuna geldiğinde aslında kitap bitmiyor, sadece yazar okuru sorular yumağı içinde bırakıp gidiyor. İnsanlar hızla yalnızlaştırılırken, işlenen her suçun olağan sayıldığı, suçlunun mağdur sayılıp serbest bırakıldığı, paranın gücünün öncelendiği bir işleyişle karşı karşıya kalıyorsunuz. “Bunu ben yaşasaydım ne yapardım?” sorusu ile okuru iç dünyasındaki derin ve uzun yolculuğa çıkarıyor.
Şengül Balıkçı – edebiyathaber.net (9 Temmuz 2020)