Dokunur taşrada insan size; bakışı, duruşu, yaşayışı ve bir sözüyle.
Sinik, kendi halinde görünen o insan; her şeyiyle hayatın içindedir. Dokunduğunuz toprağın nemini nerden geldiğini bilir, gölgesinde oturduğunuz defne ağacının manolya olduğuna iddia etmeniz boşunadır onun yanında. Hangi yönden esen rüzgârın insana iyi gelmeyeceğini bilir o.
Bir sözü başka bir sözle karşılarken mutlaka sizi gülümsetip düşündüren bir mesel anlatır.
Taşrada insan ruh dinginliğindedir her dem.
Orada insan kendi açmazlarına dönük yolculuklara da çıkar. Tıpkı gecedeki yıldız kümelerinin seyrine dalmanın bilinmezliklere dönük bakışı gibi bir bakışla donanırsınız.
Ve kendi keşif çağınızı yakalarsınız taşrada.
Eğer orada büyümüşseniz, çocuk düşleriniz, dil duygunuz burada biçimlenmişse; nereye giderseniz gidin siz hep orada filizlenedurursunuz.
Şu Anadolu var ya…
Tralleis’li Seikilos’un şu dizeleriyle karşılaştığımız yeri “sığ bir dünya” diye tanımlayanların cahillikleriyle yüzleşirsiniz taşrada:
Yaşadığın müddetçe dertsiz ol
Hayat çok kısa
Hiçbir şeyin seni üzmesine izin verme
Ve zaman her şeye gebedir.
Taşrada kendi zamanınızı da bulursunuz. Ona doğru atacağınız her adımda yaşadığınız toprağın kazıcısı kesilmeyi de göze alırsınız.
Alabanda Antik Kenti’ne yolumu düşürmeden önce, Tralleis’i adımlıyorum. M.Ö. 13. yüzyılda Mesogis (Kestane) Dağlarının eteklerine Trakyalılar ve Argoslu’lar tarafından Dor göçleri sonrasında kurulan kent ortaya çıkarılan yapılarıyla kendini ele veriyor. Burasını kuran bakışı, bilinci, aklı düşününce Anadolu’nun nasıl bir birikimin yurdu olduğunu bir kez daha anlamamak ne mümkün!
Ve ben, bu arkaik kentin düşlerine dalarak taşrada; göz alabildiğine uzanan Menderes Ovası’nı seyre dalıp Denizli’nin Buldan ilçesinden çıkıp gelen Cengiz Tuncer’in “Kerkenez”ini (1971) okuyorum. Şaşırtıcı bir üslup, masalsı bir evren…Kitap, elimde, her satırında yol aldıkça bir akkora dönüşüyor.
Tuncer insanların ruhuna, zamanına dokunarak yazıyor. Şunca yıldır bu romanın iklimini var eden yere “taşra” deyip dudak bükenlere bir sözüm var; dönüp okuyun bu romanı, insana dokunarak yazmanın nasıl bir iklimde var olabileceğini görün.
Lisede öğrenciyken karşıma çıkan bu romanı okumuş, “köy romanı” olarak görmüştüm. Ama Aydın’da, Sıla Kitabevi’nin saklı bir köşesinde karşıma çıkan “Kerkenez”’e yeniden kavuşmak beni başka bir dünyaya taşıdı. Cengiz Tuncer’in (1931-1981) edebî varoluşunu yalnızca “E Yayınları”nın kurucusu olarak görmek ne büyük yanılgı! Bu romanı bir kez daha bunu hatırlattı bana.
Eğer “Kerkenez”, “Denizin Çağırışı” (Kemal Bilbaşar), olmasaydı bugün Hasan Ali Toptaş’ın yazdıklarını okuyabilir miydik? Sanmıyorum!
Ülkemiz edebiyatı yerel ve bölgesel edebiyatını kuramadan evrenselliğe ulaşamaz. “Kerkenez”i var eden edebî doku taşra gerçekliğinden kaynaklanır. Tuncer’in bu anlatısıyla evrenselliği yakalamasının gizi de buradadır, bence!
Yeni edebiyatı kurmak istiyorsak eğer 1940’lardan beri oluşagelen edebiyatın bu tür ürünlerine, bunları var eden yazarların birikimine bakmak kaçınılmaz.
Merak ediyorum, bugün romancı diye ortaya çıkan kaç kişi Cengiz Tuncer’i okumuştur?
Taşranın ruhunu anlamak için, bir de, Sabri F. Ülgener’in “İktisadî Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası” yapıtında dile getirdiği düşüncelerini bir ders kitabı gibi okumak gerekir.
Sürekli kabuk değiştirme derdinde olan bir toplumun modernleşme sıkıntısının 1950’lerden bugüne nasıl bir evrim yaşadığını gözlemleyebilmek için, bu sürecin ilk nüvelerinin iktisadî analizini yapan Ülgener’in şu sözleri bile taşradaki olup biteni anlamaya kapı aralayabilirim sanırım:
“İktisadî yaşayış, sözün kısası, nerede ve hangi yüzyılda olursa olsun, yalnız dış verilerin bir araya gelişinden ibaret bir madde dünyası değildir. Bütün o yığınların altında ve gerisinde kendine has tavır ve davranışları ile insan gerçeği yatar.”
Taşrada insana dönerken yüzünüzü bunların daha çoğunu görmeniz mümkün. İşte edebiyat o gerçeğin dilidir, gösterenidir…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (14 Haziran 2016)