“İnsan yazar olmayı düşünemez, özellikle de eğer taşrada yetişmişse,” der Ingeborgh Bachmann. Taşrada sürekli okur ve yazar, ama hep yazar. Bu, yazar olmak için değildir; taşranın bungunluğundan kurtulmak, okuduğunu anlamak, yaşadığı zamanı zenginleştirmek içindir daha çok.
Ben de taşrada okudukça yazdım; yazdıkça da sürekli okudum. Yazar olmak gibi bir kaygım yoktu. Resim yapıyordum. Herkes ressam olacağım gözüyle bakıyordu bana. Binlerce eskiz çizdiğimin tanığıdır Hüseyin Haydar.
Geçenlerde bir anımızı anlatmıştı. Yeni alınmış beyaz bisikletimle tur atmış. Onun bekliyormuşum. Nasıl olmuşsa, bisikletin sepetindeki dosyam açılıp içindeki resim çizdiğim kâğıtlar dört bir yana savrulmuş, bir dolu resmi sakince toplamışım. Buna çok aldırış etmemiş, bisikleti geç getirmesine kızmışım Hüseyin’in. O böyle anlatmış ve eklemişti, “Öyle sakindin ki, nasılsa yeniden çizerim edan vardı. Öyle çok resim çiziyordun ki, dağılıp saçılmalarına pek aldırmadın”. Kendisi de resim çizerdi, Hüseyin’in. Birlikte yazıp, birlikte okuyup, birlikte resim çalışılan bir dünya kurmuştuk taşrada kendimize. Oradan yeryüzüne açılıyorduk günbegün…
Galiba taşradan gelmek bize sabrı, merakı, tutkuyu, öğrenmeyi, öğrenmek sevgisini, insan sıcaklığını, yetinmeyi, gitme düşünü, bağlanmayı, tutkuyla sevmeyi öğretmişti.
***
Bir gün, bir yerde, topluluk içinde rastlaştığımız tanıdığım bir kadın çevirmenle merhabalaşıp tokalaşınca, pat diye:
“Köylü! bayanın eli öpülür,” sözüyle karşılaşmış, o an duralayıp onun bu edasını kınarcasına bir iki söz edip uzaklaşmıştım.
O ne kibirdi Tanrım!
Bir kere “köylü” değildim. Olsaydım da bu alınılacak, saklanacak bir şey değildi. Kentte doğmuştum. Onların yetiştiği özenti içinde bir çocukluk, ilkgençlik çağım hiç olmamıştı; ülkemi/dünyayı en az onlar kadar tanıyıp öğrenmeye çalışmıştım. Kendisini “şehirli”/ “batılı” görenlerin, Batı özentisini sonradan görmelik edasına büründürenlerin bu kibri biz taşradan gelenlerde yoktu elbette. Üstelik onlar Doğu’nun kadim kültürlerini hiç bilmiyorlardı, doğuyu tanımıyorlardı bile! Burun kıvırmaları Cumhuriyet “seçkin”cilerinin onlara armağanıydı aslında!
Üstelik, bir şeyin de farkında değildi bu “tatlı su” ve de “ulu solcu”lar (Celal Başlangıç’ın hoşuma giden bir tanımıdır bu da); ülkenin kültür haritasına şöyle bir baktıklarında nice alanda hep taşradan gelenlerin başarıları, öncül atılımları vardır. Bilimde, sanatta… Şimdi burada bir liste yapsam çoğunun dudağı uçuklar!
Onları çok da “seçkin” olarak görmüyordum. Aralarına katılınca mesafeli durmayı öğrenmiştim. Gene de, taşradan gelenleri küçümseyen bu halleri sırıtıyordu her durumda.
Onlardan bir adım öne geçen biri/leri olunca kimyaları bozuluyordu adeta.
Aslında AKP, dahası Demokrat Parti ile gelen dalga bu kimya bozulmasının nirengi noktalarıydı.
Türkiye’de değil, dünyada da “taşra”/ “köylülük” küçümsenecek bir şey değildir.
Toplumsal çelişki asıl şuradan doğmaktadır: toplumsal sınıfların yerli yerince oluşamaması /oturmaması, azgelişmişlikten bir türlü kurtulamamış olmamız…
Bu tür tutumda olanların “sömürge ülke” aydınından/seçkininden bir farkı yok. Üstelik bunların “aydın”lığı/ “seçkin”likleri de kendilerinden menkul!
***
Galiba söz geldi şimdi Kemal Bilbaşar’a dayandı, taşradan gelen bir yazarın neler yazdığını; insan ve yurt gerçeklerini nasıl anlattığını bilmem kaç okur bilir?! Peki ya ilk varoluşçu romanımız “Denizin Çağırışı”nı Bilbaşar’ın yazdığını söylesem… Üstelik yıl 1941. Yani Camus’nün “Yabancı”sının yayımından bir yıl önce…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (28 Temmuz 2015)