Bir yazar düşünün. Öyle bir yazar ki siz kitabı okurken bir anda eline fırça alıp zihninizde resimler çizmeye başlar. Daha siz yazarın nasıl bir anlatım diline sahip olduğunu düşünme fırsatı bulamadan bir de bakmışsınız ki kitap bitivermiş, öyle akıcı, öyle şairane. Okuduktan sonraki ruh haliniz ile okumadan önceki ruh haliniz tamamen değişmiştir. Kendinizi daha güçlü ve yaşadığınız dünyayı daha büyülü gözlerle görmeye başlarsınız. Yalnızlığı ve anlam arayışında olan bireyi en iyi anlatan yazar, şair ve ressam Hermann Hesse‘den söz ediyorum.
Sanat tarihi insanın yaşamla hesaplaşmasını içeren nice kült yapıtla dolu. Ama bazı yapıtlar insanı derinden etkiler, içine işler. Hermann Hesse, “Bozkırkurdu“, “Siddhartha“, “Boncuk Oyunu” gibi başyapıtlarıyla, hayatı edebiyat ve sanat yoluyla anlama çabasındaki insanlara ilham verir, yol gösterir.
1877 yılında Almanya’da doğan Hermann Hesse, dindar ailesinin tüm baskılarına rağmen ilahiyat okulunu terk edip önce bir kitapçıda çalışır, ardından en çok yapmak istediği meslek olan yazarlığa başlar. Fakat işler umduğu gibi gitmez. Şimdi dünyanın sayılı yazarlarından kabul edilen Hesse, o dönem yayın evlerine göre umut vaad eden bir yazar değildir. Bu yüzden birçok yayın evi şiirlerine ve yazılarına itibar göstermez. Ama o inatla yazar olmak istediği için yazarken okumayı asla ihmal etmez. Avrupa’da nam salmış tüm edebiyatçıların kitaplarını okur ve sürekli kendini geliştirir. 1899 yılında yayınlanan ilk kitabıyla yazarlık kariyerine adım atmayı başarır.
İlerleyen zamanda Almanya’daki milliyetçi hareketlerin yaygınlaşmasını protesto ederek İsviçre’ye yerleşir. Burada yaşadığı ailesel sorunların da etkisiyle ağır bir bunalım dönemi geçirir. Bu dönemde psikanalizle tanışır. Romanlarından yansıyan ruhsal tahlil zenginliğini belki biraz da bu psikanaliz dönemine borçludur. Hindistan’a yaptığı yolculukta tanıştığı ve etkilendiği doğu kültürünü, Jung’un psikanalizi ile birleştiren Hesse, kitaplarında da modern dünyanın yıkıcı etkileri ile baş edebilmek için, kişinin öz benliğini geliştirmesine yönelik bir dünya görüşünü benimser.
Hesse, 1943 yılında dünya büyük bir savaşla yüzleşirken yazdığı “Boncuk Oyunu”yla, doğu ve batı felsefelerini birleştirdiği yeni bir dünya sunar okuyucuya. Bu romandaki başarısı, çağının şahdamarına basmaktaki isabetliliğiyle olmalı ki, 1946’da Hermann Hesse’ye Nobel Edebiyat Ödülü’nü getirir.
Hermann Hesse, daha çok yazarlığı ile bilinse de aynı zamanda ressam ve şairdir. 1920’de yayımlanan “ressamın şiirleri” kitabında şiirlerinin yanı sıra bu şiirlere yaptığı resimler de yer almıştır. Bu resimler, şiirler ve mektuplar Viyana´da Leopold Museum’da görülebilir.
Resim sanatıyla ilgilenenler için, Hermann Hesse’in kitaplarının çok ayrı bir yeri olduğunu düşünüyorum. Çünkü Hesse tam bir tasvir ustasıdır. Aynı zamanda ressam olduğu için romanlarında olay örüntülerinden ziyade karakter analizlerini öyle ustalıkla yapar ki bir an elinize fırça alıp o karakterlerin resmini yapmak istersiniz.
Hesse’nin neredeyse bütün eserlerinde karakterler hep iç dünyalarında yarım ve kusurlular. Sürekli bir tamam olma, bütünde yer edinme uğraşı içindeler. Ana karakterler hep yalnızdır. Başarılı olduğu için mi yalnız yoksa yalnız oldukları için mi başarılı olduklarına dair kesin bir yargıya varamadan biter roman. Özellikle “Bozkırkurdu”nda yaptığı başarılı karakter analizi ile okuyucuyu edebiyatın zirvesinde dolaştırır. Bu kitap, hayat oyununu ve bu oyunun kuralsızlığını öyle ustalıkla anlatır ki, doğru ya da yanlışın olmadığını, yalnızca tekrar tekrar oynayabileceğimiz satranç taşlarının cebimizde olduğunu hatırlatır. Suç ve ceza deyince nasıl ki Raskolnikov’un nehir kenarında yürümesi gözümüzde canlanırsa, Bozkırkurdu deyince de aklınıza onun kaldığı pansiyonunun çatı katı gelir. Sanki onunla birlikte merdivenleri tırmanır, puro kokusunun her yere yayıldığı o odaya yerleşirsiniz. Siz de zaman zaman kendine ve yaşadığı topluma yabancılaşan, topluma uyamadığı için yalnız kalan ve yalnızlığın insan doğasına aykırılığı nedeniyle iç hesaplaşma yaşayan ana karakter Haller’de kendinizi bulursunuz. Olabildiğine göçebe, olabildiğine ait olmayan bir hayat yaşayan bozkırkurdu gibi yabani, her an kaçmaya hazır hissedersiniz. Bana göre romanda anlattığı karakterler olan Haller de Hermine de Hermann Hesse’den başkası değildir. Bu romanda hem maskülen hem de feminen yanını sunar okuyucuya.
Hermann Hesse okurken harflere biner gidersiniz. Hesse size tam olarak nereye gideceğinizi söylemez, sadece ayna tutar ve gidebileceğinizi hissettirir. Yol öykülerini ve ”yolda” gördüklerini anlatır. Okudukça, onun gözünden, gittiği yerleri görür ve onun gibi yolda olmak istersiniz.
Birçok kişiye okumayı, yazmayı ve en önemlisi yaşamayı sevdiren Hermann Hesse, kendinden yola çıkarak yazdığı depresif karakterlerde çağımız insanını anlatmayı ve çözümlemeyi başarmış, her okuyucusuna bir an “vay canına bu benim!” dedirtebilmiş yazarlardandır.
Bana göre liseden başlayarak gençlere önerilecek yazarların başında gelir Hermann Hesse. Birçok kitabı kişiliğin geliştiği ergenlik çağında rahatlıkla okutulabilir. Lisede “Siddharta”, yaz tatilinde “Narziss ve Goldmund”, Sonra “Demian”, Lise bitince “Knulp” ve “Boncuk Oyunu”, yine yaz tatilinde “Bozkırkurdu”)
Şaka bir yana, “Zırıltı yerine gerçek müzik, eğlence yerine kıvanç, para yerine ruh, gelişigüzel etkinlikler yerine gerçek eylem, oyun yerine gerçek tutku arayan birine bu sevimli dünya yurt olamaz…” sözlerinin sahibi Hesse’ye sonuna kadar kefilim ve bu reçetenin mesuliyetini alıyorum 🙂
Zuhal Demirarslan – edebiyathaber.net (27 Kasım 2014)